CAFCAFLI

20 Şubat 2021

Belki bugün yarındır, diye mırıldanarak kilidi açtı. Paslanmış bu da benim gibi düşüncesi geldi oturdu yüreğine. Sonra çıkartıp attı paslı kilidi dükkanın karanlığına. Düğmeyi çevirdi.  Floresan ampul bir iki titredi, sonunda mavimsi bir ışıkla aydınlattı ortalığı.  Perdeyi araladı.  Arkaya geçti. Bir süre aynadaki adamla hasbıhal etti. Saçların da amma uzamış be oğlum. Bugün yarın derken tıraşı da boşladın. Öğleni geçirmeden halletsen bu işi. Hem belki bugün….

Sarkmış  omuzlarını dikleştirdi. Meşin önlüğü üzerine geçirdi. Dolaştı dükkanı önce. Sıraya konmuş işlerine göz gezdirdi. Yolları bir türlü doğru dürüst asfaltlamayan, çukurları doldurmayan, kaldırım taşlarını ikide bir değiştiren belediyeye şükür, dükkan yürüyordu. Zaten hiçbir şey eskisi kadar sağlam değildi. Ne tabanlar gerçek kösele, ne topuklar demirli, ne de kullanılan deri deriydi. Pek şikayeti yoktu. Ancak her yere spor ayakkabıyla gitmek moda olunca çırağa yol vermişti.

Teslime hazır işlere baktı sonra. İsimleri kolayca görülecek şekilde diziliydiler raflara. İsimler; onlar hep tanıdık, hep aynı. Mahalle esnafının kunduraları, Ayşe teyzenin kızının çizmesi, Handan hanımın zenneleri, Ahmet beyin ikizlerinin okul ayakkabıları. Müjgan teyzenin terlikleri. Sapları dikilecek bir iki çanta.

Sadece biri, biri yabancıydı.  Gide gele aşınmış poşetlerin arasından çekti çıkarttı onu. Pahalı mağazaların birinden alındığı her halinden belli, cafcaflı poşeti açtı. Haftalar önce aceleyle tamir ettiği yüksek topuklara heyecanla baktı. O an ten rengi naylon çoraplar içinde bir çift narin ayak göründü kırmızı deri iskarpinin içinden. Yüreği hop etti.

 “Çok acelem var bunu hemen yarına hazır ediverin,  diğerinin atkısı kısalacak şimdi kalsın ne zaman olursa? ”

Ne adı ne telefonu vardı.

Diğeri aklına geldi. Diğerini çalıştığı tezgahın altına koymuş bekletiyordu. Bekletmiyor, bekliyordu. Her an yarın olmasını bekliyordu. Geldiğinde onu buyur edecek, ölçü almak için tabureye oturmasını isteyecek. Bu kez incecik bantlı sandaletleri o narin ayaklara kendisi giydirecek. Elleri incecik bileklerle buluşunca yüzü kızaracak. “olmuş mu …“ derken, ağır ağır yukarı doğru yol alan bakışları çıplak yanık tenini okşayıp nihayet gözlerine değecek, pahalı bir çiçek kokusu yüreğini delecek, dünyası değişecek…

Cafcaflı poşeti provaya hazır sandaletlerle birlikte göz önünde bir yere koydu. İçeri giren çıkan, genç yaşlı, kadın erkek müşterilere cevap verirken öğleyi buldu.  Önlüğünü çıkarttı. Dükkanı karşıdaki manavın çırağına emanet edip berberin yolunu tuttu.

Pasından arınan yüreği umutla kanatlanmış koşarak geri gelirken, içindeki ses; “belki bugün, yarındır” diye bas bas bağırıyordu. Dükkana yaklaştığında adımları ağırlaştı, kolları iki yana sarktı. 

Umut cafcaflı poşete girmiş köşeyi dönüyordu.

Reklam

Üstelik Bedava

Bu metin 6 yıl önce “DURAKTA” teması üzerine yazdığım bir hikayeydi. Arşivden çıkıverdi.

Kalabalığın ter kokuları üzerime sinmiş, sıcaktan bayılmama ramak kalmıştı. Balık istifi gibi alt alta, üst üste yığılmıştık. Şoför otobüsün kapılarını durak harici açar açmaz içeriye hücum eden oksijeni burnuma çektim. Ayaklarım yerden kesildi. Şükür, tek parça halinde dışarıdaydım. İçinden çıkmayı başardığım konserve kutusu inen onca insana rağmen hala tepeleme doluydu. İşe gidebilmek için Zincirlikuyu durağında aktarma yapmam gerekiyordu. Hızlıca gerisin geriye durağa doğru acı içinde yürümeye başladım. Parmaklarım sandaletlerimden dışarı uğramış, üstelik otobüste üzerinde gezinenlerden de nasibini almıştı.

Bayram dönüşüne köprüdeki intihar vakası da eklenince yollar arapsaçına dönmüş Avrupa yakasında bu sabah hayat adeta felç olmuştu. Durakların çevresi benim gibi sıcaktan bunalmış ümitsiz yüzlerle doluydu. Gün, soğuk su satan çocuklarla selpakçıların günüydü. Sabah gazetelerinin çoğu yerlere oturanların altındaydı.

Kalabalığı yara yara durağa ulaştım. Gölgesine girebilmeyi bile büyük şans saydığım sırada duraktaki bankların birinin ucuna ilişmiş yaşlı bir teyzenin yanına oturmam için kaş göz ettiğini gördüm. “Sıkıştırmayayım” dediysem de teyze ısrarlı ben yorgundum. Annem rahatsızlanınca mütevazi bayram programım da suya düşmüş, gelene gidene hizmet etmekten usanmış, tatilin sonunu iple çekmiştim. İyice kenara geçip bana yer açınca ikiletmedim. Ancak huzursuzdum, ikide birde ayağa kalkıp geçen otobüslere bakıyordum. Hiç birinin yolcu almaya niyeti yoktu.

Sıkılmıştım. Göz ucuyla bana yer açan yaşlı teyzeye baktım. Bir yandan yelpazelenirken diğer yandan kitabını okuduğuna göre, acelesi olmayan tiplerdendi. Elimde olmadan tepeden tırnağa süzdüm kendisini. Annemin saçlarına benzettim saçlarını. Özel bir boyayla renklendirilmiş morla beyaz arası kısa saçları bigudiden yeni çözülmüş gibi muntazam kıvrımlarla kulaklarını örtüyordu. Pudralı buruşuk yüzü dudaklarındaki kırmızı rujla noktalanıyordu. Üzerinde beyaz, delikli incecik bir triko altında bej rengi poplin pantolon vardı. Bluzunun üzerine taktığı kat kat kolye hiç de yabancı değildi. Daha bu sabah boynuma takıp sonra bu sıcakta seninle uğraşamam deyip çıkartmıştım aynısını. Beyaz deriden spor ayakkabılarının rahatlığını anlamam için görmek bile yeterliydi.. Meraklı bakışlarla kendisini incelediğimi fark etmesi uzun sürmedi. Mor plastik çerçeveli gözlüğünde birleşti bakışlarımız. Sıcacık gülümseyişi içimi serinletti. Hafifçe doğrularak,

 “Teyzeciğim sizi de rahatsız ettim.” Dedim.

 “Ne münasebet evladım. Ne rahatsızlığı. Baksana şuncaacık kadınım. Sığışıverdik işte. Otobüslerin haline bakarsan seni bilmem de ben daha çok oturacağa benziyorum burada.” Derken elindeki ayracı okuduğu sayfanın arasına iliştirip kitabını kapattı.

“ Aslında alışığım duraklarda beklemeye ama bugün diğerlerinden farklı. Sanki İstanbul dolmuş dolmuş bugün taşmış. Baksana neredeyse öğlen olacak. Hadi ben neyse de işi gücü olan ne yapsın. Sen de işe gidiyorsun herhalde.”

“Evet ama bu gidişle anca paydosa yetişeceğim.

“ Ya siz, siz hangi otobüsü bekliyordunuz?”

“Önemli değil. Hangisi boş gelirse ona binerim artık. Hiç acelem yok. Beklerim.”

Bir yandan yelpazesini hızlıca sallarken bir yandan da bluzunu çekiştirip hava almaya çalışıyor.

“Off, aman Allahım, bu ne sıcak. Şu incecik şeye bile tahammülüm yok. Keşke kızımı dinleyip içime bir atlet giyseydim. O zaman bu üzerimdekini çıkartabilirdim. Ne diyorsun, bluzum güzel değil mi? Kızımın hediyesi. Onlara gittiğim zaman bir vitrinde beğenmiştim. Seksen yaşıma bastığım gün kapımda süslü bir paket buldum. Meğer kızım doğum günümü unutmamış, beğendiğim bluzu alıp kargoyla yollamış. Paketin içine ayrıyeten bir de atlet koymuş. Telefonda tembih üstüne tembih, buluzumu atletsiz giymemeliymişim. İçim görünürmüş. Çok beğendim diye almışmış, yoksa bu delikli şeyi sokaklarda giymem hiç mi hiç yakışık almazmış. Bu yaştan sonra bir de nasihat dinledim. Baksana Allah aşkına,  fena mı olmuş böyle? Tiril tiril, havadar. Hem kim neyimi görecek de yakışık almayacak?”

Kulağıma iyice yaklaşıp, fısıltıyla devam etti,

“ Etrafta bunca kütür kütür şeftali varken millet benim içi geçmiş mandalinalarıma bakar mı hiç? Hoş, ben sana bir şey diyeyim mi bunların içi geçmiş ama çok şükür benim içim daha geçmedi. Çektim mi ayağıma sporları, her yere yürürüm vallahi. Şu üzerimdeki pantolon var ya,  nereden baksan on beş, yirmi yılı vardır. Hala içine girebiliyorum. Bizim orada bir spor merkezi var. Spor da yaparım. Zumba biliyor musun, zumba süper bir dans. Ben zumba da yaparım, rumba da.”

Konuşuyordu.

Susuyordum.

 Ne anlatacaktım ki? Okul bittikten sonra hemen işe girdiğimi, boş zamanlarımı internet başında geçirdiğimi, arkadaşlarımızla bile ancak sanal ortamda görüşebildiğimi, yorgun yatıp yorgun kalktığımı mı anlatacaktım.

“Haklısınız teyzeciğim spor şart tabi, bir de zamanımız olsa. Görüyorsunuz işte, şu koca şehirde yutulup gidiyoruz. Günümüz yollarda geçiyor. Çoğumuz işten eve, evden işe. Sabahları doğru dürüst kahvaltı bile yapamadan evden çıkıyoruz. Sonrasında da gelsin poğaçalar börekler.”

Blue jeanimden fırlayan göbeğimi işaret ederek.

“Sonuç kilolar.”

Çantasını karıştırdı. İçinden önce bir torba galeta ardından bir termos çıkarttı. Heyecanlı heyecanlı,

“ Al evladım al şu galetalardan ye, içini bastırır. Burada ayran da var. Harareti keser, iç kızım iç, çekinme. Ben bunlar olmadan asla sokağa çıkmam.” Dedi ve elini yine çantasına daldırdı. İçinden aldığı elmayı minik çakısıyla soymaya başladı. Ellerine bakmaktan alıkoyamadım kendimi. Buruşmuş ipeğe benzeyen incecik elleri yaşını gösterseler de kırmızı ojeli tırnakları bunu hemen inkar ediyorlardı.

Şaşkındım.

Acıkmıştım.

 Bir iki galeta ve bir bardak ayrana hayır demedim.

Sohbetimiz sürerken trafik açılmış, otobüsler yolcu almaya başlamıştı ama benimki bir türlü gelmemişti. İşe geç kalmıştım bir kez. Hem bugün kim vaktinde işine gidebilmişti acaba.

İlk gelen boş otobüse binmek üzere toparlandım.

Mor gözlüklü durak arkadaşıma veda edecektim ki peşimden ayağa kalktı.

 “ Ben de senin bineceğin otobüse bineyim kızım. Bari yolda iki laf daha ederiz. Nasılsa akşama kadar otobüsler de duraklar da benim. Gez gezebildiğin kadar. Üstelik bedava.”