Gezi Parkı

2013

Gezi Parkı’nda direniş devam ederken Galata’da bir çay bahçesinde yazmıştık.

Direnişçi

Su dolu bir balonun içinde yaşıyordu. Sadece ara sıra kıpırdanmasına izin verilmişti. Bu hapishanede daha ne kadar kalacağını bilmediği gibi, buradan çıkınca nelerle karşılaşacağını da bilemiyordu. Ama bilinmez de denemeye değerdi. Şimdiye kadar az mı direnmişti burada tutunabilmek için. Başına gelmedik kalmamıştı. Çeşitli engeller çıkmış karşısına ama o hala yaşıyordu. Kaç kez annesinin bacaklarının arasından sızan kana karışıp  gittiğini düşünerek korkmuşlardı ama o ille de bir gün özgür olacağım ve dışarıda  neler olduğunu göreceğim diye direnmişti.

Şimdi bu balon onu ya boğacak ya da yaşamın kucağına gönderiverecekti. 

Az kalmıştı, direnmeliydi.

-Hadi yavrum hadi canım, aç ağzını bak uçak geliyor, ağzına girecek sana mamalar verecekmiş. Aaaa,bak sen açmazsan komşunun  çocuğuna gider bu uçak. Uslu uslu mamanı bitirirsen attaya gideceğiz. Annesinin yalvarmaları boşunaydı. O neye benzediğini bilmediği bulamacı ağzına almamak için dudaklarını kilitlemiş, açmamak için direniyordu. Hem  de bu ‘atta’ aldatmacasına kanacağını mı sanıyordular. O  evde  kalıp bebek tv.yi izlemek istiyordu. Bu  yüzden biraz sonra o cicili bicili plastik sandalyeye oturduğunda kakasını da yapmayacak, tam altı bezlendiğinde bezini kirletecekti.

O minik bir direnişçiydi.

Evde anne ve babası, okuldaysa öğretmenleri sürekli kalıplaşmış öğretilerle beynini doldurmaktaydılar. Bir de üstelik ısrarla resme yatkın olduğunu vurgulayıp, ona durmadan resim defterleri ve boyalar hediye etmekteydiler. İlla ki birilerine benzemesini, çok ama çok başarılı olmasını istiyorlardı. Kimse büyüyünce ne olmayı hayal ettiğini bilmiyor, hayal etmesine bile izin vermiyordu. Oysa ona sorsalardı o da renklerle dünyayı değiştirmek istediğini, en azından tuallerde bambaşka, barış dolu bir dünya yaratmak istediğini öğrenirlerdi. Ama o buna direniyor, boyaları bir kenara atıp top peşinde koşturuyordu.

Farklı olmalıydı… 

Baskın olana benzetilmeye çalışılmasından yorulmuştu. Mutsuzdu…

İçinde kapalı kaldığı bu steril ortamın sigorta kapsamından çıkmak, özgür olmak istiyordu.

Yaşamın sınırlarını zorlamak, hayatı biraz da kendi gözleriyle görmek, kendi elleriyle yakalamak, düşmek, kalkmak istiyordu.

Sık sık gelip çayını içip ağaçların gölgesinde kitap okuduğu parkın merdivenlerinde bir mahalle forumundaydı şimdi. Mikrofon henüz yirmili yaşlarının başındaki pırıl pırıl gençlerdeydi. Doğup büyüdüğü ona hayat veren şehrine yapılan acımasız tecavüz ve katliamlar uzun süredir içinde bir öfke oluşturmuş ve bu duygusu günden güne büyümüş artık içine sığmaz olmuştu. Şimdi bu merdivenlerde oturmuş bu direnen topluluğu ‘korku’nun mu ‘korkusuzluğun’ mu bir araya getirdiğini düşünüyordu. Galiba korku sevgiye dönüşmüş, herkese kucak açmıştı. 

Evet o da direnecek, gençlere destek olacaktı.

Ara sıra gelip giden hafızası ona inanılmaz oyunlar oynuyor, bedeninin hastalığa yenilmemesi için direnmesine yardım ediyordu. Hayat yaşamaya değerdi ve o gitmek istemiyordu.

Daha biraz önce on beşinci yaş günü hediyesi olan kırmızı bisikletinin üzerinde ıslık çalarak gezinmiyor muydu? Pedal çevirmekten öyle yorulmuştu ki kendisini ilaç kokulu yatağa bırakıvermişti. Biraz sonra gözünün önüne sevdiği kızın arkasından koştuğu günler gelecek, kolundaki serumun hortumunu çekip çıkartıp yataktan kalkmaya çalışacaktı.

-Çok yaşlı, onun durumunda bu hastalığa dayanan pek azdır, şimdilik hastamız direniyor, bekleyeceğiz. Demişti deneyimli bayan doktor.

Tam hemşireler sakinleştiğini sanıp dışarı çıkmışlardı ki, yaşlı hastanın odasından gelen gürültülerle geri döndüler. Ayağa kalkmaya çalışırken serum şişesini devirmişti. Pencerenin kenarına tutunmuş, bir yandan ‘onuncu yıl marşını’ mırıldanırken biryandan da dışarıdan gelen tencere tava seslerine alkışla eşlik ediyordu. 

Ölüm yanından gelip geçmiş, direnen beden galip gelmişti.

Reklam

Kapalıçarşı

Gez gez bitmez, yaz yaz hiç bitmez KAPALIÇARŞI (Tekmili birden 4 Bölüm)

2012 Işıl Ertunç

Kapalıçarşı /Bölüm 1

Kapalıçarşı, yabancıların deyimiyle çok büyük çarşı; uzun lafın kısası Osmanlı’nın başkentinin ilk ve son “AVM” si . AVM deyişimi sakın yabana atmayın, kapılarında her ne kadar x-ray cihazı yoksa da her birinde birer ikişer güvenlik görevlisi, ellerinde kontrol cihazları beklemekteler. Eeee kolay mı bu koca çarşıdaki maddi değeri bırakın, en az beş yüz yıllık tarihin manevi değerini korumak? 

Sabahın dokuz buçuğunda, güvenlikçinin gözünde pek şüphe uyandırmamışım ki, elimi kolumu sallayarak daldım Beyazıt Kapısı’ndan içeri. Çarşıya adımımı atmamla iki yandan esnafın “ Hello madam!” “Bon jour!” “Willkommen!” sesleriyle karşılandım. Kafamda bir şimşek çaktı. Bu sabah muzipliğim üzerimdeydi. Sık sık geldiğim bu çarşıda her zaman yaptığım gibi kibarca Türk olduğumu belli etmek yerine ben de turist rolüne büründüm ve esnafı peşime taktım. Hangi lisandan konuşsalar ben anlamıyor ifadesini takındım, ellerimle işaretler yapıp ne olduğu anlaşılmayan sesler çıkardım. Bir ikisi inatçı çıktı, ellerindeki Gucci taklidi çantaları sallaya sallaya peşime takıldı. Tarihi Şark Kahvesi’ne ulaşana kadar bu oyunu sürdürdüm. Tam kahveye yaklaşınca benden önce gelen “İstanbul’u Yazıyorum” arkadaşlarımı gördüm ve heyecanla “ merhaba kızlar, ne kadar erkencisiniz” diye bağırıverdim. Peşimdeki esnafın halini siz düşünün…  Eh, bu kadar yıldır nezaket göstermişiz, bir kere de biz eğlenelim değil mi? 

Tarihi kahve bu sabah, İstanbul’u yazan tam yirmi kadın ve bir de beyefendiye kucak açtı, kimimiz sabah mahmurluğunu çayla, kimimiz de kahveyle gidermeye çalıştı. Herkes bir araya gelince sesler yükselmeye başladı. Esnaftan etrafımıza toplananlar, ne yaptığımızı merak edenler oldu ama onlar bizden umduklarını pek bulamadılar. 

Sevgili Yeşim hocamızın doğum gününü anlamlı bir şekilde kutlayıp, bütün arkadaşların objektiflerine ayrı ayrı poz verdikten sonra kahveden ayrıldık. Birkaç gurup halinde çarşıyı gezmeye ve bugünün anılarını biriktirmeye koyulduk. 

Hepimizin isteklerini tek tek yerine getirip ardından da ayrı ayrı hesap alırken başı dönen zavallı emektar garson, biz gittikten sonra mola alıp bir köşeye çekilmiştir kesin.

Kapalıçarşı /Bölüm 2

Üçlü, beşli kadın gurupları ve elinde kamerasıyla sevgili arkadaşımız Ahmet Bey çarşının değişik sokaklarına daldık. Kimi sandal bedesteninde rüyalara daldı, kimi bezcilerde, kimi ise nadide ipek halıların sergilendiği vitrinlerin önünde. Kimi dericileri ziyaret etti, kimi gümüşçüleri. Terlikçiler Sokağı, kuyumcu ustalarının göz nuru döktüğü minicik atölyelerin olduğu Zincirli Han ve Sıra odalar Sokağı, Kürkçüler, Altıncılar, Bakırcılar, Keseciler, Yorgancılar, Tavuk pazarı gibi toplam 66 sokaktan birçoğu bu yerli turist gurubunun fotoğraflarına konuk oldu. Arkadaşların bir çoğu tarihi çukur muhallebiciyi bulalım derken yıllardır onun yerine yerleşmiş olan tanınmış bir kuyumcunun şatafatlı dükkanını görünce hayrete düşüp hemen deklanşöre bastılar. Her sokağında tarih yatan bu eşsiz çarşıda bir sokakta derilerin, diğerinde eski halıların, bir diğerinde rutubet kokusu genzimize doldu. Kulaklarımızda bin bir ses, çantalarımızda büyüsüne kapılıp aldığımız ufak tefek hatıralarla öğlen yemeği için yerimizin ayrıldığı çarşının meşhur esnaf lokantasına yollandık. Daha gezilecek birçok sokak, görülecek nice güzellik vardı ama bunları yemek sonrasına erteledik. Mis gibi tarçınlı iç pilav eşliğinde gelen hindi tandır, kağıt kebabı, cacık ve fırın sütlaçla midelerimizi şenlendirdik. Aklımız tadına bakamadığımız birçok yemekte kalarak lokantayı terk ettik. 

Kapalıçarşı/Bölüm 3

Çarşı büyük, çarşı kalabalık. 

Her gün neredeyse yarım milyon insanın ya işi ya da yolu gereği  kullandığı, sayısız esnafın ekmek parası uğruna dükkanını açtığı ama çok kere siftahsız kepenk indirdiği, yerli ya da yabancı turistlerin gezmeden dönmediği çarşı bugün yine capcanlıydı.  

Görecek daha çok şeyi olduğunu düşünen arkadaşlar yine sokaklara dağıldı. Bazıları, çarşı içindeki tarihi camide öğle ezanını canlı ve hoparlörsüz okuyan müezzini hayranlıkla izledi, müezzinin içine zor sığdığı mimberi fotoğrafladı, bazıları esnafla sohbete daldı. 

Bazıları da Kapalıçarşı’nın bugünkü izlerini kaleme almak için soluğu yine Şark Kahvesi’nde aldı. Kimi yazdı, kimi not aldı, kimi de benim gibi gözlerini kapatıp geçmişi bugünde capcanlı yaşatan bu büyülü ortamda tarihin derinliklerine doğru hayale daldı. 

Kösem Sultan kuyumcu ustasının birine sipariş verirken yakalandı hayallerimin ağlarına, Hürrem ise Leo ile oynaşırken çarşının bir köşesinde…

Bir köşeden Safiye Sultan başını uzattı, yaklaşıyormuş gibi yaptı, sonra yok oldu, diğerinden Fatih Sultan Mehmet Han bütün ihtişamıyla göründü; Yüzyıllar önce yaptırdığı mekana şöyle bir baktı ve kayboluverdi. Bir diğer köşeden Sultan 3.Mustafa boy gösterdi, çarşıda yaptığı değişikliklerin durumuna bakıp o da diğerleri gibi bir anda sır oldu.

Birer, ikişer, bütün arkadaşlar yorgun ama mutlu, kahveye geri döndüler. Herkes herşeyi görememişti elbette ama çarşının sayısız kedileri her köşeden başını uzatmış kendilerini göstermişti hepimize.

Kapalıçarşı/Bölüm 4

Hep birlikte sahaflar çarşısındaki kitap kokularını içimize çekerek İstanbul Üniversitesi’nin bahçesindeki havuzlu çay bahçesine doğru ilerledik. Bir arada oturabilmek için birilerini yerlerinden ettik! Pahalı kahve, kötü ada çayı, daha da kötü servis bizi pek etkilemedi. Heyecanla yazısını bitirenlerin okumasını dinledik. Kapalıçarşı’da çocukluk anıları canlanan da vardı aramızda, duygularını şiire dökerek anlatmak isteyen de. 

En nihayet Yeşim Hoca günü ve sezonu kapatan konuşmasını yaptı. Gözler doldu, ekimde buluşmak üzere sözler verildi. Bir “İstanbul’u Yazıyorum” toplantısı daha sona erdi ama sanıyorum sezona damgayı “Kapalıçarşı” vurdu.

Kulağımızda sesleri, burnumuzda kokuları, makinelerimizde suretleri, zihnimizde çarşının izleri evlerimizin yolunu tuttuk.

Laleli

Bir Bahar Günü Laleli’de 2013 Işıl Ertunç

Martın yirmi sekizi, yirmi dokuzuna terk ederken yerini, birden aklıma düşen bir soruyla yatakta doğruldum. Sabaha Laleli gezimiz var ama ben bunca yıldır belki milyon kez yakınında bulunduğum bu semte neden Laleli dendiğini bilmiyordum. Biraz komik, biraz da acı değil mi, insanın doğduğu, büyüdüğü, elli yılı aşkındır nefes aldığı bir şehirde bazı şeyleri ancak üzerine bir yazı yazacağı zaman merak etmesi? Sesli düşünmüş olmalıyım ki uykuya niyetlenen eşim:

-Aman canım ne olacak, kesin bir zamanlar oralarda lale bahçeleri vardı, haydi takma kafana. Deyiverdi.

İçimden,  “ sen öyle bil” diye geçirdim ve kalkıp sanal aleme sorumu yolladım. Neyse cevap gecikmeden geldi. Meğerse, adına Laleli Paşa denen bir muhterem zat ile devrin padişahı arasında geçen komik bir öyküye dayanırmış semtin adı. Öykü oldukça uzun, onu anlatması bir başka sefere kalsın!

Sırtımdan büyük bir yük kalktı sorumun cevabını almanın rahatlığıyla tekrar sıcacık yatağıma geri döndüm. Ama, heyhat! Gözüme bir türlü uyku girmiyor. Zihnimin işi gücü yok, kafamı kurcalıyor. Bu defa paşanın adı niye Laleli Paşaymış diye sorgu suale başladım. Sağa dön, sola dön, derken sabahı etmişim.

İstanbul pırıl pırıl güneşli bir güne uyanmıştı, ben de. Turistik donanımlarıma büründüm, bir taksi üç metro Laleli’deyim.

Alışılagelmiş buluşma, hal hatırdan sonra ilk mola yerimiz olacak Taş Han’ı bulmak uğruna düştük yollara.. O sokak senin bu sokak benim derken öğrendik ki gitmek istediğimiz yerin tam aksi yöndeyiz. Saf saf en yaşlı esnaf kesin bilir diye sorduğumuz amcalardan cevap alamadık, yine yolumuzu kendimiz bulduk. 

Dizilere, filmlere mekan olmuş tarihi Taş Han’da sabah sabah nargile kokuları  arasında kahvelerimizi içtik. Çevreyi gezdikten sonra gelip yazılarımızı yazmak için tekrar bu kahvede buluşmak üzere hepimiz ayrı ayrı yönlere dağıldık.

Ne yazık ki İstanbul’umun eski bir semtini gezeceğim derken kendimi yabancılar diyarında buldum. Bir zamanların eğitim, kültür, ibadet, yakın tarihimizin de en turistik semtleriyle iç içe olan Laleli şimdi bambaşka bir yer olmuş. İrili ufaklı çoğu yabancı isimli otellerin, Rus’undan Roman’ına çeşit çeşit yabancının, gündüzleri sokakları dolduran bavul tüccarlarının, işportanın, geceleri de bambaşka bir  ticaretin  esiri olmuş. Boynumda asılı duran Nikon’umun ve sırt çantamın beni her an taciz edilecek sade bir Türk vatandaşı olmaktan çıkartabildiğini bir kez daha bu sokaklarda hatırladım. Sokaklar adım başı, modern hamallar, tartıcılar, en kralından saatleri bileklerinde pazarlamaya çalışanlar, ayakkabı boyacıları, bavul ve çantacılarla doluydu. Laleli esnafı sanki bütün şehir çıplak kalmış da birazdan gelip buralardan giyinmek isteyecekmiş kadar çok  kılık kıyafet ve iç çamaşırı satmaktaydı. Vitrinlerse en cafcaflı, en ucuz, en giyilmez diyeceğiniz taklit giysilerle süslenmişti.

 Çok sürmedi birkaç dakika sonra Laleli bin bir koku ve çeşitli gürültüsüyle üzerime gelmeye başladı. Kaçtım. Beyazıt’a doğru tırmandım. Kendimi İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde bir banka attım.

Oturduğum yerden şehrin defalarca tecavüze uğramış, kaybolmuş tarihi dokusunu aradım. Önümden gelip geçenleri, benim yadırgadığım ama onların çoktan kabullendiği hayatlarını izledim. Çarpıcı makyajlı, seksi giysiler içinde dolanan manken bacaklı üç yabancı kadının ardından gelen sakalları belinde, cüppeli, sarıklı üç …….. yi  deklanşörüme alamadığım için çok hayıflandım. Dönmek üzere kalktım. Her ne kadar yolun üzerinde gördüğüm WC tabelalarını takip ettiysem de on dakikalık arama sonunda tuvaletlerin en az üç kez önünden geçtiğim kepenklerin arkasında olduğunu, üstelik kepengin üzerinde “kapalı” yazdığını gördüm. Güldüm ağlanacak halimize.

Kalabalığı yara yara ,bir saat önce guruptan ayrıldığım yere geri geldim. Taş Han’ın girişinde daracık koridorun üzerinde sıra sıra kadınlı erkekli taş mankenler yine bizi karşılamak ve uğurlamak için “alesta” beklemekteydiler. 

Toplaştık bir tahta masanın etrafında yedi İstanbul’u yazan kadın ve onları adım adım izleyip kameraya çeken bir adam. Yazdık sessizce, okuduk kısık sesle. Paylaştık yaşadığımız Laleli’yi birbirimize.

Günün sonunda, benim şehrim İstabul’un artık benim olmadığı, benim orada bir yabancı, belki bir misafir  olduğum düşüncesi yüreğime acı bir şekilde çökmüştü.

Olumsuz duygularımı Kadıköy vapurunda denize attım, haykırdım içimdeki şehre:

“ Seni seviyorum.”

PERA PALAS

COMPARSİTA -2013 Işıl Ertunç

  Altın yaldızlı kristal aynada kendine küçük bir bakış attı, makyajı, saçları, kıyafeti, her şey tamamdı. Zümrüt yeşili tuvaletinin kızıl saçlarıyla uyumu mükemmeldi. Kocasının evlilik yıldönümü hediyesi olarak seçtiği bir çift elmas küpe toplu saçlarının açıkta bıraktığı kulaklarını süslüyordu. Gece çantasını aldı, şalını omuzuna attı, dönüp kocasını tepeden tırnağa hayranlıkla süzdü, papyonunu düzeltti ve rujunun bozulacağını düşünmeden dudaklarına minicik bir öpücük kondurdu. Elleri birleşti. Ellili yaşların ortasındaki güzel kadın bir anda otuz yıl öncesine yine bu otelin içinde bulundukları efsane yıldız Garbo’ nun adını taşıyan odaya gidiverdi. 

Pera Palas Oteli’nin kubbeli salonunda verilen bir davette tanışmışlar, kısa sürede ilerleyen arkadaşlıkları, önce aşka, sonunda da evlilik kararına dönüşmüştü. Hiç tereddütsüz tanıştıkları mekanı düğün salonu olarak seçmişlerdi. O gün yine bu odanın kapısından bembeyaz gelinliği içinde çıkmıştı. Kocasının kolunda tarihi binanın ihtişamlı merdivenlerinden aşağı inerken mutluluktan ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Vücudunu saran yarı değerli taşlarla işli dantel gelinliğin eteklerini kabartmak için kullanılan ağır, tafta kumaşın yere sürünürken çıkardığı sesten başka bir şey duymuyordu. Dantel eldivenlerinin içindeki zarif elleri heyecandan nemlenmişti. En alt basamağa ulaştıklarında kubbeli salonu balo salonuna bağlayan tül perdeli cam kapıların önünde birbirlerine dönüp bakışmışlar adeta gözleriyle bir kez daha sonsuz mutluluk sözü vermişlerdi. Nihayet balo salonunun kapıları açılmış, davetlilerin alkışları arasında içeri girmişler, mini orkestranın çaldığı “Comparsita” ile eski parkelerin üzerinde ahenkli adımlarla dans etmeye başlamışlardı.  

Geri döndü. Bir şey unutup unutmadığına bakmak için odada şöyle bir dolaştı, gözü kenarlarında ahşap sütunlar olan yatağa ilişti.  Atlas yatak örtüsü değişmemişti, ya da birebir aynısı yapılmıştı. Sanki otuz yıl önce o gece burada yaşanan aşk dolu saatlerin anıları yatak örtüsünün sırma işlemeleri arasından göz kırpmaktaydılar. İçine bir huzur doldu. Mutluluklarının temelinin atıldığı yerdeydiler.

Bu kez aşağıya inmek için daha kısa bir yolu seçtiler. Bir bellboy hemen koşup tarihi asansörün önce ferforje sonra ahşap kapılarını açtı ve onlar içeri girdikten sonra da kapıları tekrar kapattı. Yılların güzelliğinden hiçbir şey kaybettirmediği kadın asansörden inerken, şifon tuvaletinin uçuşan eteklerini üzerine basmamak için hafifçe yukarı çekti. Kubbeli salona arkalarını vererek kol kola durdular. Balo salonundan hafif bir müzik sesi gelmekteydi.

 Otel son yıllarda büyük bir yenileme geçirmişti ama kubbeli salonda her şey yine yerli yerindeydi. Antika vitrinler, tarihi piyano, basmaya kıyamayacağınız halılar. Duvarlar ve parkeler, camlar ve çerçeveler değişmiş olsa da her köşeden bu binada yaşanan sır dolu hayatların hayaletleri kendilerini gösteriyordu. Nasıl göstermesinler ki? Agatha Christie bugün kendi adını taşıyan odada meşhur Orient Express romanını kurgulamamış mıydı? Otelin en güzel odalarından biri Atatürk’ün odası değil miydi? Cumhuriyete geçişin hazırlıkları burada yapılmamış mıydı? Bu bina yüz yılı aşkındır nice tanınmış politikacı ve ünlüleri ağırlamamış mıydı?

Salondan gelen müzik değişip “Comparsita” çalmaya başlayınca anılardan sıyrılarak bakışlarını merdiven başında beliren genç çifte çevirdiler. Gelin, annesinin kızıl saçlarını, babasının da yeşil gözlerini almış, bembeyaz teni ve incecik vücudunu saran muhteşem gelinliğiyle geçmişten fırlayıp gelmiş gibiydi. Davetlileri güzel bir sürpriz beklemekteydi. Genç gelin anılarla dolu bu mekanda annesinin gelinliğini giyerek evlenmek istemişti. 

Tarih tekrarlanmış gibiydi. Gelin ve damat “Comparsita” eşliğinde salona girerken bir an durup birbirlerine baktılar ve en az onlar kadar mutlu olmaya çalışacaklarına söz verdiler.

EYÜP

Fotoğraf açıklaması yok.

– Cuma bugün, beyim. İşin yoğun olur. Yardıma geleyim seninle istersen. Üstelik bu sabah karne alacak çocuklar. Öğlene burası ana baba günü olur.

-Doğru dedin hanım, gel vallahi. Birazdan çocuğunu kapan soluğu Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesinde alır. 

– Hazretin karneye ne yararı olacaksa! Senin çocuğun dersine çalışmamışsa Hazret ne yapsın değil mi? 

-Aman canım her neyse bize iş çıksın da. Gerisini boş ver. Hem zaten çoğu zaman gelirken çocuklarını da gezdirmek için alır yanına. Bak, gör sen şimdi, bugün meydandaki esnafın da yüzü güler, biliyor musun? Çocukların en sevdiği şu pamuk şekerler, kağıt helvalar hep orada. Bozacısı, macun şekercisi, simitçisi sabahtan yerleşmişlerdir yerlerine. Hadi hadi, oyalanma. Vakit geçirmeden biz de dükkanın başına gidelim erkenden. Depodan biraz da oyuncak çıkartırım ön tarafa bugün.

– Az dur hele, sen depo deyince hatırladım. Geçen hafta şu uzaktan gelen hanımları bildin mi? Hani paşminalarımızı çok beğenip topluca alıvermişlerdi. Hah işte onlar. Bugün arkadaşlarıyla tekrar geleceklermiş. Resim mi çekeceklermiş, röpörtaj mı edeceklermiş ne.

Şu Hürrem Sultan’ın kaşıkları var ya, hani bizde olmayanlardan. Onlardan getirirseniz sizden alırız dedilerdi. Bizim Fatma’nın tezgahına uğrayayım, bir iki kutucuk olsun alayım. Bak millet bu kaşıkların peşinde. Tezgahlar “yok” satıyor, bey.  İnat etmesen da biz de koysak dükkana. Ne yapalım kadın günahkarsa .Sanki Hürrem kaşığını satınca onun günahlarına ortak olacağız…

-Hanım, hanım, sus! Sabah sabah günaha sokacaksın insanı. Anma şu günahkar yılanın adını demedim  mi sana kaç kez. Sinirlerimi oynatma cuma cuma. Ondan gelecek para gelmez olsun. Görmedin mi daha geçen akşam neler etti haremde. Kaç günahsızın kanına girdi aşifte?

– Tamam beyim, tamam, sen sinirlenme. Ama bana da kulak ver bir kez. De bana, Allah’ını seversen, şu Zemzem suyu diye sattıklarımızın sahte olmadığını ne biliyoruz? Sen orada mıydın doldurduklarında? Gördün mü gözünle? Okunmuş tesbih diye dizdiğin boncuklara  ne demeli? Ya da şu her derde deva süslü püslü yazılarla tezgaha koyduğun o sabundu, ottu ney. Yok zayıflatırmış, yok kısırlığa çareymiş, yok efendim kellere merhemmiş. Hani niye hala saçın çıkmadı beeeey?  Yani onlar para ediyorsa varsın Hürrem’in kaşıkları da etsin diyorum.

-Kıs sesini, kıs. Tepemin tasını attıracaksın sen bugün. Durmadı çenen sabah beri. Şeytan diyor, git şu musibet karının kaşıklarını satanları zabıtaya şikayet et. Tööövbe, töövbe estağfurullah. Hatuuun, bak abdestim kaçtı sayende. Gene geç kalacağız dükkana.

-Sustum, sustum. Ama bilesin bugün o kadınlar gelecekler,  kaşıkları soracaklar. Senin satmak istemediğini mi söylerim artık daha ne söylerim Allah bilir. Hele başlarında bir tanesi vardı, saçları havuç gibi olan, pek bilmiş, çenebaz biriydi. Alimallah! Onun diline düşersen karışmam ha. Esnafa rezil olursun. Zaten reklamı neyi unut, onlar Hürrem kaşığı satan başka birini nasılsa bulurlar.

– Elimden bir kaza çıkmadan çık git Fatma’ya mı, kime gideceksen. Ben görmeyeyim aldıklarını, gizliden verirsin artık. Zinhar kasaya girmeyecek aldığın para, ona göre. Görüyor musun şu aşiftenin ettiğini, taa oralardan buralara yetti de, bizim aramıza bile girdi. Bir de kaşıklarını satsam kim bilir neler olacak. Töövbe, tövbe!

CİHANGİR

27.09.2013

CİHANGİR

-Sabah sabah hazırlanmışsın , defter kalem çantada, nereye böyle?

-Cihangir’e gidiyoruz bugün , İstanbul’u yazıyorum günümüz. İyi ki çıkmamışsın unutuyordum ben de sana yol soracaktım.Senin muhit, sen bilirsin. Cihangir Camii’nin önünde bulaşacakmışız. Ben yerini pek çıkartamadım. Nasıl gideceğim? Ben bir tek Firuzağa Camii’ni biliyorum galiba.

-Dur ben sana anlatayım. Bak şimdi eğer tramvayla gidersen Salı pazarının oradan merdivenleri tırmanacaksın. Hani şu gökkuşağı gibi  boyananları diyorum. Sonra da bir sağ bir sol birazcık  tırmanman gerekiyor.

-Uff daha sen anlatırken yoruldum. Dünkü spordan bacaklarım  feci ağrıyor, hiç çıkamam o merdivenleri, zaten gün boyu Cihangir’in yokuşlarını in çık yapacağız. Yok mu kolayı bunun?

– Tamam canım, o zaman sen şimdi metroyla Taksim, oradan vuracaksın yokuş aşağıya. Alman Hastanesi’ni soluna al başla inmeye. İnebildiğin kadar in, denizi görünce sola dön, az ileride görürsün camiyi.

– Ya bu Cihangir Camii olayı da nereden çıktı. Ne güzel Firuzağa Camii’nin orada buluşabilirdik. Kimin aklına geldiyse bu.  Galiba biraz fazla “Muhteşem Yüzyıl” seyretti bizimkiler bu ara.

– Unutmadan,bizim sokağa uğra ve lütfen fotoğraf çek olur mu? Hatırlıyorsun değil mi Güneşli Sokak. Cihangir Camii’nden yukarı çıkıyorsun, karşına Susam Sokağı gelecek. Sağa dön, sokağın bitiminde yol  bir caddeyle kesişir, sola dön biraz sonra  tekrar sol tam karşı köşede bizim ev, Ayfer Apartmanı. Bir de bak bakalım, Demirağların apartmanı duruyor mu? Epey oldu gitmeyeli merak ettim. Hemen sol bitişimizdeki eski bina. Akşama fotoğrafları istiyorum ona göre.

Daha evden çıkmadan ev ödevimi almıştım. Başka  bir seçeneğim yoktu.Ayaklarım ister istemez beni Güneşli Sokak’a götürecekti.

Güneşli ve çok nemli bir sabahtı. Şansım yaver gitti, tam Firuzağa Camii önüne gelmiştim ki  Ayşecan’ı kahvehanede oturmuş çayını yudumlarken gördüm. Meğer duyuru değişmiş. Burada buluşacakmışız. Az sonra neşeli kalabalığımız kahvenin bütün masalarını işgal etmişti.  İsteksiz garsonun isteksiz hizmeti sınırsızdı. Sabah kahvesinin ardından inişli çıkışlı sokaklara dağıldık. Görmeye koklamaya, duymaya Cihangir’i.

Rotam belliydi, çok geçmeden elimle koymuş gibi buldum Güneşli Sokak’ın köşesini tutan dört katlı o apartmanı. Geçtim karşısına seyre daldım bütün dairelerini. Perdelerin arasından sızdım içerilere, baktım , dokundum sessizce yaşanmışlıklara. Birden çatıda bir kadın ilişti gözüme. Çamaşır asıyor terastaki iplere. Kadın kısa boylu, zayıf, kıvır kıvır saçları rüzgarda uçuşuyor. Durun, kadın aşağıya sarkıyor, sesleniyor. Bana mı acaba? Yok yok, parkta oynayan oğluna sesleniyormuş meğer.

-Zafer, Zafer! Hadi oğlum yeter koştun. Terleyeceksin. Yemeğe gel. Okula geç kalacaksın yoksa.

-Beş dakka,beş dakka daha.

-Zafer, Zafer !

-Beş dakika dedim ya anneeee…

Beş dakikalar tekrarlandı. Akrep yelkovanı kovaladı. Son ihtar geldi ve  küçük oğlan çocuğu hızla eve koştu. Tam kapıdan içeri girecekken geri döndü. Hemen bitişikteki apartmanın  üçüncü kat balkonundan bakan, saçları iki yandan örgülü güzel kıza eliyle bir öpücük gönderdi. Kız öpücüğe karşılık verdiğinde oğlan çoktan kapıdan içeri dalmıştı.

İlk aşk bu olmalıydı.

Çocuğun arkasından bakakalmışım. Gözüm apartmanın tabelasını arıyor. Beyaz mermerden bir tabela bu. Üzerinde isim yok. Oysa gayet iyi biliyorum. Ayfer Apartmanı burası. Şaşıyorum. Sanki bu apartmanın her katında bir zamanlar Ayfer ailesinin fertleri yaşamamış, burada mutlu burada hüzünlü olmamış. Onlardan hiçbir iz kalmamış. Ne alttaki Rum bakkal ne de yaşlı ayakkabı tamircisi var. Saçı örgülü kızın durduğu balkona bakıyorum kız da yok.O balkon da yok. O apartmanın yerinde yepyeni yüksek bir bina, dayanmış eski Ayfer Apartmanı’na. Arkama dönüyorum, oğlan çocuğunun az evvel koşturduğu parka balıyorum. Park da yok. Kat kat bir otopark, vızır vızır arabalar. 

Fotoğraf makinemdeki  son kareleri siliyor, yoluma devam ediyorum.

BALAT

BEN, BALAT – Işıl Ertunç 2013 -İstanbul

Yirmi birinci yüzyılda ben Balat.

Koskoca İstanbul’un itilmiş, kakılmış, örselenmiş, doldurulmuş, boşaltılmış, yakılmış, yıkılmış, unutulmuş, hatırlanmış semti.

Ben Balat.

İnişli çıkışlı daracık sokaklarıyla, mini mini cumbalı renk renk eski evleriyle, camii, kilisesi, sinagogu, patrikhanesiyle, işkembecisi, kahvehanesi, meyhanesiyle, tarihi geçmişi, umutsuz geleceğiyle bir dünyayım Ben Balat.

Bugün havanın soğuğuna ve yağmura aldırmayan bir gurup kadın, sabahın erkeninde istila ettiler sokaklarımı. Kimi postallarıyla, kimi topuklu çizmeleriyle çiğnediler beni. Bütün sırlarımı bir bir öğrenmek için didik didik ettiler. Saatlerce gezdiler bir aşağı bir yukarı. Ellediler her yerimi, duvarlarımı, ahşabımı, taşımı, kapımı, ağacımı. Yetmiyormuş gibi fotoğraf karelerine hapsettiler beni önümde poz vererek mankenler gibi. Tarihimin bekçisi Kırmızı Mektep’in merdivenlerinden çıktılar, bana bir de oradan baktılar. Aralarında konuşulanlardan duyduğuma göre: Bakarken yükseklerden Haliç’e kimi kendini Macaristan’da zannetti, kimi Romanya’da kimi de bir başka masal ülkesinde. Daha bu hayal dünyasından çıkmadan kendilerini Patrikhane’de buldular. Huşu içinde dualar edildi, mumlar yakıldı, dilekler dilendi. Bacalardan yayılan yanmış odunun kokusunu içlerine çektiler. Yağmur engel olamadı bu inatçı kadınlara. Bulgar kilisesi, ayazmalar, görülmedik yer bırakmadılar. Bir yüzyıldan diğerine hayali yolculuklar yaptılar. 

Yalnızca gezseler gene iyi, ama insanoğlu bu, illaki müdahele edecek yaşantıma. Merak ve öğrenme istekleri bitince hayaller, arzular ve niyetler zihinlerini kurcalamaya başladı. Kulak verdim konuşmalarına. Kimi beni bir sanat ve kültür merkezi olarak hayal etti, kimi meyhaneler ve restoranlar semti ilan etmekten söz etti, kimi de tamamen turizme açmayı teklif etti. İyi ki aralarında bir müteahhit yoktu da bütün semti yıkıp gökdelenler dikmeyi teklif etmedi.

Kimse bana sormadı ne istediğimi. Oysa dikkatli baksalardı görebilirlerdi, sakinlerimin “Evime dokunma!” “Dükkanıma dokuma!” uyarılarını. Cumbadan cumbaya yapılmakta olan kadın sohbetlerine kulak verselerdi, belki hissedebilirlerdi insanlarımın endişelerini.

Beni duyabilselerdi eğer, derdim ki onlara “Beni ellemeyin, hayallerinizde bile ellemeyin! Bana olan olmuş, bari daha ileri gitmeyin! Göçe zorlananları geri getiremezsiniz, bari onların benimle ilgili anılarına saygı duyun ve beni daha fazla incitmeyin. Sadece yalnızlığımın hüznünü paylaşın, yeter!”

Siz, bu eşi benzeri olmayan şehrin insanları! Unutmayın ben Balat’ım. Yüzlerce yıl önce  olduğu gibi Müslüman’a da Yahudiye’ de Rum’a da yer var benim gönlümde.

Yeter ki siz izin verin.

Veda /Haydarpaşa

2012/ İstanbul’u yazıyorum arşivimden

Cebimde Haydarpaşa Garı’ndan  Ankara’ya yapılacak son tren seferinin bileti. Karaköy’den  bindiğim şehir hatları vapuru yeni. Eskilerine benzetilmiş.

Kış güneşinin sıcacık davetine uyarak açıkta oturuyorum. İnce belli bardakta gelen tavşankanı çayıma eşlikçi simidimi martılarla paylaşarak  kısacık  yolculuğumun tadını çıkartıyorum. Mendireğe girerken vapurun arka tarafına geçiyorum. Eskisi gibi pervanelerin suda bıraktığı köpüklü yolu izliyorum. Aniden yanımda beliren kırmızı paltolu beş altı yaşlarında küçük bir kız çocuğu, heyecanla sesleniyor,

-Anne, baba! Bakın, balıklar yine çamaşır yıkıyorlar.

Ses hiç de yabancı değil. Bir anda gözden kaybolan kızı tanıyor gibiyim.

İskeleye yanaşırken, son yangında aldığı yaraları henüz sarılmamış, belki de hiç sarılmayacak tarihi gar bütün heybetiyle karşıma çıkıyor. Vapur sayısız Türk Filmi’nin çekildiği o merdivenlerin önüne yanaşıyor. Kalabalık bir basın ordusu şimdiden garı istila etmiş bile. Sırtlarında kameralar, ellerinde mikrofonlar. Durdurabildikleri  genç, yaşlı herkesi anlamsız sorularıyla meşgul ediyorlar.

-Hızlı tren için yapılan bu değişikliği nasıl buluyorsunuz?

-Sizce şehirlerarası seferler söylendiği gibi rayların onarımı için mi kaldırılıyor?

-Kardeş, gardan artık sadece banliyö trenleri kalkacakmış, bu konuda bir şey söylemek ister misin?

-Hızlı tren için yapılan bu değişikliği nasıl buluyorsunuz?

-Teyzeciğim, Haydarpaşa Garı yıkılıp otel olursa iyi olur mu?

-Amcacığım, sen bundan sonra memlekete trenle gidemeyeceksin. Ne diyorsun bu duruma?

– Buraya yedi yıldızlı otel yapılacakmış. Sizin bu konudaki fikrinizi alabilir miyiz?

-Sizce hızlı tren yararlı olacak mı?

Garın  geleceğinden gerçekten endişe eden kalabalık bir grup protestocunun ve sadece merakından garı doldurmuş  insan güruhunun arasından güçlükle sıyrılıp,

Aynalı bekleme salonunda biraz soluklanıyorum. Salonun işlemelerle süslü duvarında Atatürk’ün demiryollarının önemini vurgulayan özlü sözleri asılı. Kaybolmasından endişe ettiğim birçok şey var bu binada. Tıpkı bu yaldızlı çerçeve gibi. Gözüme çarpanları  bir bir fotoğraf makineme hapsederken içim cız ediyor.

Çocukluğumdan kalan Ankara seyahatlerimin anılarına hürmeten yapacağım bu veda yolculuğuna daha dolu dolu iki saatim var. Niyetim gar binasının her köşesini bir kez daha görmek.Yarın burada sadece banliyö yolcularının aceleci ayak sesleri duyulacak. Bugün garı doldurmuş yüzlerce insana son kez hizmet eden yaşlı büfeci yarın emekli olacak. Nostaljik berberin camındaki tabelada yarın “kapalı” yazacak.

Gar Lokantası’nda kahve içeceğim son kez. Kadıköy’ü görebildiğim kocaman pencerelerden birinin önünde, güneşin iyice ısıtmış olduğu bir masaya yerleşiyorum. Denizin lacivertiyle martıların beyazını kıskanmış basit ekose masa örtüsüne dokunuyor, duvarları kaplayan çinileri, içinde kim bilir ne yaşanmışlıkların olduğu fotoğrafları seyrediyorum. Oldum olası gar ve liman lokantaları ilgimi çeker. Hızla değişen hayatımızda durağan bir yere sahip olan bu mekanların, sık yenilenmeyen menüleri, eskiye sahip çıkan dekorasyonlarıyla, anılarımıza hiç ihanet etmediklerini hissederim.

Düşüncelere dalmış kahvemi yudumlarken kırmızı paltolu kızla göz göze geliyoruz. Dudaklarında tanıdık bir gülümseme.  Yakınımdaki bir masada anne ve babasıyla birlikte. Resim yapıyor sessizce. Yanlarından geçerken göz ucuyla bakıyorum resme. Kırmızı bir tren. Penceresinde bir kız el sallıyor.

Emektar garsonu bir daha görür müyüm bilmem. Cebine yılların bahşişini bırakıp hemen yandaki tuvalete yöneliyorum. Kapı girişine konuşlanmış temizlikçi kadın elini beline atarak önümü kesiyor.

-Hop, hoop, para peşin!

Sesi de kendi de nemrut. Belli, o da yakında tamamen işsiz kalacağının öfkesini böyle gösteriyor. Yine de bu halini hiç sevmiyorum.  Çantamdaki bozukluklardan çıkartıp kutusuna atıyorum. Geçerken lokantanın camlı kapısından içeriye bakıyorum. Küçük kızın oturduğu masa boş.

Peronların önü şimdi ana baba günü. Kimi Anadolu’dan gelecek son treni bekliyor, kimi de  getirdiği yolcusunu vagonlara yerleştirmek için acele ediyor. Bu kalabalıktan istifade  simitçi, sucu, gazeteci ve diğer işportacılar bağıra çağıra sağa sola koşuşturmakta. Hepsi bu günden payına düşeni alma derdinde. Bir grup işsiz güçsüz takımı da bavullarını taşımakta zorlananlardan kopartacakları bahşişin peşinde.

Ankara Ekspresi yıkanmış, paklanmış, son seferi için kalkış saatini bekliyor.  Saçlarını bu yollarda ağartmış makinistler gibi o da emekliliğine hazır. Ne yazık ki onun emekli ikramiyesi, ya Doğu’da bir yerlere sürgün, ya da bir traş makinesine jilet olmaktan öteye geçmeyecek.

Kompartımanımı ararken onu görüyorum. Cam kenarına oturmuş. Resim defterinden başını kaldırmıyor. Sessizce yanaşıyorum. Resimde yine bir tren var. Bir de tonton mu tonton, şişman mı şişman ellerini göbeğinin üzerine yaslamış bir adama doğru kollarını açarak koşan küçük bir kız çocuğu. Geldiğim gibi sessiz ayrılıyorum yanından.

Tren kondüktörün uzun uzun çaldığı düdükle hareket edince yerimden kalkıp eskisi gibi pencereden dışarıya sarkıyorum. Garda kalan tanımadığım bütün insanlara el sallıyorum. Lacivert, kırmızı boyalı vagonlar yaşlı teyzeler misali iki yana yalpalaya yalpalaya ilerlerken İstanbul’dan ayrılışımızı buğulu gözlerle izliyorum.

 Yol boyu camdan dışarıya bakıyorum. Gördüklerim, görmek istediklerim değil. Yemyeşil tarlalar arasından göz kırpan minicik köyler, gürül gürül akan ırmaklar, güler yüzlü insanlar, koyunlar keçiler eskimiş anılarımda kalmışlar.

En taze anımsa Pamukova İstasyonu’na girerken yüreğimi dağlıyor. İlk hızlı tren seferi. Tam burada  yaşanan o elim kaza. Hayatını o vagonda kaybeden arkadaşım ve geride bıraktığı ailesi beliriyor gözümün önünde. Yaşlar istemsizce yüzümü yıkıyor. Minik bir el gözyaşlarımı silmeye çalışıyor. Kırmızı paltolu kız. Üzüntümün soğuttuğu yüreğime bir sıcaklık yayılıyor. Bu kez bırakmak istemiyorum. Ona doğru uzanıyorum. Gitmiş.

 Tren yoluna devam ederken vagonlar sallanan birer beşik.

Uykum geliyor.

 Uyuyorum.

 Uyanıyorum.

Ankara karlar altında.

Garda bekleyenim yok anılarımdan başka.

Telaşla toparlanmaya çalışırken, çantam açılıyor.İçindekiler yere saçılıyor; resim defterim,  boya kalemlerim.

Çengelköy

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: cengelkoy.jpg

 “Burgazada’ya Niyet Çengelköy’e Kısmet!”

Olsun…

Her ne kadar İstanbul’u Yazıyorum grubumuzun mayıs ayı gezi rotası aylar öncesinden Burgazada’yı göstermiş olsa da doğa habersizce kendi takvimine 24 Mayıs 2013’ü “Şiddetli lodos fırtınası” olarak kaydetmiş bile.

Bir gece öncesine kadar,  Sait Faik’in anılarıyla dolu evini, adanın  mor salkımlı sokaklarını ve ünlü vişneli milföyünü hayal eden, ne yağmura, ne kara, ne de kavurucu sıcağa pes etmeyen biz İstanbul yazıcıları bu defa güneybatıdan esen o sert rüzgara yenik düşmüştük.

Olsun…

B Planımız hemen devreye giriverdi ve rotayı Çengelköy’e çevirdik. Oysa, ne Tarihi Çınaraltı Kahvesi’nin hafta sonu yorgunu garsonları, ne de tarihi Çengelköy simit fırını geleceğimizden haberdardı.

Olsun…

Yine de gelsin tavşan kanı çaylar, yağlı sokak poğaçaları, gevrek simitler. Oturduğumuz masaya eklenen bir masa , derken bir daha, bir daha. Kalabalıkla edilen neşeli ama sade bir kahvaltı. Ardından bize kucak açan daracık ama şirin Çengelköy Sokakları. Evlerin çoğu henüz üzerini değiştirmeye fırsat bulamamış, yıllanmış bir pavyon şarkıcısı gibi çırılçıplak ortada kalıvermiş. Üzerlerini değişebilenlerse oldukça kıymete binmiş, el değiştirmiş, sınıf atlamışlar.

Olsun…

Sokak desem değil, çıkmaz desem o da değil, olsa olsa bir aralığın adı olacaktı “Meserret”. Çalılarla kaplı bir bahçe duvarına öylesine iliştirilmişti bu tabelacık.  Erken karar vermişim. Meğer neredeyse bir mahalleyi çepeçevre dolanan upuzun bir sokağın, dahası bir de kocaman apartmanın adıymış “Meserret”.  Herhalde anlı şanlı bir kadınmış bu Meserret hanım. Adı gibi mutlu mesut muydu acaba? Yoksa hayata küskün dertli bir hatun mu?

Bir köşede mahalle berberi, diğerinde küçük bir bakkal, bir sokakta kunduracı, diğerinde eski elektrikli aletler tamircisi. Mahalle olur da evden eve gerilen iplere asılan çamaşırlar, camlardan sarkan meraklı başlar, fısır fısır  dedikodular olmaz mı?

Olsuuun…

Çengelköy’de bunların hepsi var.

Ancak semtin sokaklarını birbirimizden ayrı gezmemize ve buluşma noktası belirlememiş olmamıza rağmen bizi mıknatıs gibi kendine çeken, yok yooook, adeta kollarını açmış bekleyen bir mekan var ki. İnanılmaz. Birkaç titrek fırça darbesiyle “Hurma 6” yazılmış bir de ağaç resmedilmiş tabelasına. Kapı önünde bu küçücük kahveye davet çıkartan mavi tahta sandalyeler, daveti geri çevirmeyip başını kapıdan uzatanlara sunulan huzurlu bir ortam. İç içe geçmiş, mini minnacık odacıklar. Araya sıkışmış bir mutfak köşesi. Antikacı dükkanını aratmayan objelerle süslenmiş raflar, duvarlar. Eskicilerden toplanıp yenilenmiş mobilyalar. İnsanda oturup yazma isteği uyandıran rahat koltuklar. Okumak isteyene kitaplar. Beni anneannemin evine girmişim gibi hissettiren daha bir çok şey. Sohbeti koyu yazar bir baba ve sanatçı çocukları. Niğde gazozu. Türk kahvesi. Nefis ev yemekleri.

Daha ne olsun…

Kalemler defterler çıkmış Çengelköy kalemlerimizin ucunda. Zeki Müren’in eşsiz sesi duyuluyor duvarda asılı duran çocukluğumun radyosundan. 

“O ağacın altını şimdi anıyor musun?”

Düşünüyorum; acaba o ağaç Çengelköy’ün asırlık çınar ağacı olabilir mi?

Olsuun…

24 Mayıs 2013 Çengelköy

Dünya Turu/ Ayasofya 2

İstanbul’u Yazıyorum gezilerimizden Ayasofya Müzesi’ni ikinci ziyaretimizin ardından sevgili Füsun Çetinel’ in  verdiği bir fikirden yola çıkarak  aşağıdaki metni yazmıştım. Aşağıdaki fotoğraf işte o Ayasofya Müzesi buluşmasında çekilmişti.Metnin müzeyle yakından uzaktan ilgisi yok diyebilirsiniz, zaten İstanbul’u Yazıyorum sürecinde amacımız o gezi sırasında yüreğimizden sızanları yazmamızdı. /22 Mayıs 2015

-Sabahın köründe Ayasofya ! Gerçekten Ayasofya’ya mı gidiyorsun?

-Yooo şakacıktan. Gidiyorum güzelim, gerçekten. Kızlar bekliyor.

-Kırk yılın başında gelmişim. Beraber bir kahvaltı bile edemedik.

– Lafa tutma Allah aşkına, geç kaldım zaten. Akşama beraberiz canım.

-Erken gel bari.

-Çıktım.

-Ben şimdi ne yiyeceğim. Dolapta neler var, onu söyleseydin bari…

Benim buzdolabım koca bir dünyadır, aç kapısını, gir içeri. Gez bak bakalım neler varmış. Aç kalmazsın eminim.” diye seslendi kapıyı çarpıp giderken.

Gitti işte; biliyorum ne desem boş, söz vermiş bir kere. Ayasofya’nın kedisi mi, Veli’si mi ne, bir kitabı konuşacaklarmış. Beni görecek gözü yok. Daha önce gitmişlerdi Ayasofya’ya. O zaman bir hikaye yazmıştı zaten, şimdi ne diye gitti ki…

Esnedim, gerindim, çaresiz kalkıp geçtim mutfağa. Akşam fark etmemiştim. Meğer buzdolabını değiştirmiş. Vay vay vay! Tam dört kapılı bir heyulâ. Hangi kapıdan çıksam acaba şu dünya turuna.

Durdum, baktım, sonra üst kapılarda karar kıldım. Sağ kapı bir kümese götürdü beni. Anlatmıştı zaten; taa Köyceğiz’in bir dağ köyünden bavulunda getirmiş bunları. Bir tanesi bile kırılmadan gelmiş. Saydım tam otuz tane koşan tavuğun kıçından çıkma gerçek yumurta. Alt rafta şişe şişe keçi sütleri. İki yumurta alıp sol kapıya geçtim. Sol kapının içi rengârenk. İlaç dolabı mı, parfümeri dükkânı mı bilemedim. Ojeler, ilaçlar, bir şişe limon kolonyası ve ne olduğunu anlamadığım daha bir sürü şey. Hah, işte üzerinde etiket olan bir kavanoz. Bakalım neymiş… Dikkat kefir! Aman tanrım sanki “Dikkat zehir!” der gibi. Aaaa! Buradaki kavanozların hepsinde etiket var. Ev yapımı ketçap, ev yapımı hardal, ev reçeli. Doğal tahin, şekersiz pekmez. Buraya kadar iyi hoş da üzerinde “ Can, yaşam, pınar, hayat,” yazan kavanozlar da ne var acaba? Merak ettim, üzerinde “ yaşam” yazanı açayım dedim. Bir de ne göreyim. Kapağın üzerinde yine bir uyarı: “ Dikkat bu kavanozun içindeki canlıdır, beslemezseniz ölür.”  O an hatırladım, ekmek mayalarıydı bunlar. Hemen kavanozu yerine bıraktım. Su şişeleri bu kapıda kalan bütün boşlukları doldurmuş. Midem gurulduyor, ben peynirle zeytini bulana kadar akşam olacak. Kapılardan geçtim, karşımda kocaman bir dünya. Bodrum kata domates, patlıcan, biber yerleşmiş, yan dairede Nazilli’den mercimek, Çankırı’dan un, Çorum’dan pirinç, Bayramiç’ten susam. Bir üst katta yemekler. Oooh! Karnıyarık, pilav, taze fasulye… Yoğurt çömleğe mayalanmış, miss! Daha üstteTekirdağ rakısı beyaz peynirle flörtte, kavun kapaklı kaba hapsolmuş ama aklı fikri bu ikiliye sulanmakta. Yok, yok sakın bana öyle bakmayın, henüz kahvaltı bile etmedim. Daha akşama çok var. Nihayet asma kata gelebildim. İşte peynirler; Kars’tan kaşar, Ezine’den beyaz, çeşit çeşit zeytinler Gemlik’ten. Manda tereyağı Nazilli’den. Ve nihayet bir kutuda dilimlenmiş ev ekmeği. Yorgun ve açım.

Neyse öğlen olmadan kahvaltıya oturabildim. Ekşi mayalı ev ekmeğini Afyon kaymağı ile Kars balına banarken dört kapılı dünya bana sırıtıyordu. “Göre göre iki kapımın ardındakileri gördün, sen bir de dondurucularımı görseydin…”Yok, bugün bir yolculuğu daha göze alamayacağım dedim bizimkinin yeni dolabına.

Buralarda fazla kalmamalı bir an önce evime dönmeli, zavallı buzdolabımla ilgilenmeliyim.