2013
Gezi Parkı’nda direniş devam ederken Galata’da bir çay bahçesinde yazmıştık.
Direnişçi
Su dolu bir balonun içinde yaşıyordu. Sadece ara sıra kıpırdanmasına izin verilmişti. Bu hapishanede daha ne kadar kalacağını bilmediği gibi, buradan çıkınca nelerle karşılaşacağını da bilemiyordu. Ama bilinmez de denemeye değerdi. Şimdiye kadar az mı direnmişti burada tutunabilmek için. Başına gelmedik kalmamıştı. Çeşitli engeller çıkmış karşısına ama o hala yaşıyordu. Kaç kez annesinin bacaklarının arasından sızan kana karışıp gittiğini düşünerek korkmuşlardı ama o ille de bir gün özgür olacağım ve dışarıda neler olduğunu göreceğim diye direnmişti.
Şimdi bu balon onu ya boğacak ya da yaşamın kucağına gönderiverecekti.
Az kalmıştı, direnmeliydi.
…
-Hadi yavrum hadi canım, aç ağzını bak uçak geliyor, ağzına girecek sana mamalar verecekmiş. Aaaa,bak sen açmazsan komşunun çocuğuna gider bu uçak. Uslu uslu mamanı bitirirsen attaya gideceğiz. Annesinin yalvarmaları boşunaydı. O neye benzediğini bilmediği bulamacı ağzına almamak için dudaklarını kilitlemiş, açmamak için direniyordu. Hem de bu ‘atta’ aldatmacasına kanacağını mı sanıyordular. O evde kalıp bebek tv.yi izlemek istiyordu. Bu yüzden biraz sonra o cicili bicili plastik sandalyeye oturduğunda kakasını da yapmayacak, tam altı bezlendiğinde bezini kirletecekti.
O minik bir direnişçiydi.
…
Evde anne ve babası, okuldaysa öğretmenleri sürekli kalıplaşmış öğretilerle beynini doldurmaktaydılar. Bir de üstelik ısrarla resme yatkın olduğunu vurgulayıp, ona durmadan resim defterleri ve boyalar hediye etmekteydiler. İlla ki birilerine benzemesini, çok ama çok başarılı olmasını istiyorlardı. Kimse büyüyünce ne olmayı hayal ettiğini bilmiyor, hayal etmesine bile izin vermiyordu. Oysa ona sorsalardı o da renklerle dünyayı değiştirmek istediğini, en azından tuallerde bambaşka, barış dolu bir dünya yaratmak istediğini öğrenirlerdi. Ama o buna direniyor, boyaları bir kenara atıp top peşinde koşturuyordu.
…
Farklı olmalıydı…
Baskın olana benzetilmeye çalışılmasından yorulmuştu. Mutsuzdu…
İçinde kapalı kaldığı bu steril ortamın sigorta kapsamından çıkmak, özgür olmak istiyordu.
Yaşamın sınırlarını zorlamak, hayatı biraz da kendi gözleriyle görmek, kendi elleriyle yakalamak, düşmek, kalkmak istiyordu.
…
Sık sık gelip çayını içip ağaçların gölgesinde kitap okuduğu parkın merdivenlerinde bir mahalle forumundaydı şimdi. Mikrofon henüz yirmili yaşlarının başındaki pırıl pırıl gençlerdeydi. Doğup büyüdüğü ona hayat veren şehrine yapılan acımasız tecavüz ve katliamlar uzun süredir içinde bir öfke oluşturmuş ve bu duygusu günden güne büyümüş artık içine sığmaz olmuştu. Şimdi bu merdivenlerde oturmuş bu direnen topluluğu ‘korku’nun mu ‘korkusuzluğun’ mu bir araya getirdiğini düşünüyordu. Galiba korku sevgiye dönüşmüş, herkese kucak açmıştı.
Evet o da direnecek, gençlere destek olacaktı.
…
Ara sıra gelip giden hafızası ona inanılmaz oyunlar oynuyor, bedeninin hastalığa yenilmemesi için direnmesine yardım ediyordu. Hayat yaşamaya değerdi ve o gitmek istemiyordu.
Daha biraz önce on beşinci yaş günü hediyesi olan kırmızı bisikletinin üzerinde ıslık çalarak gezinmiyor muydu? Pedal çevirmekten öyle yorulmuştu ki kendisini ilaç kokulu yatağa bırakıvermişti. Biraz sonra gözünün önüne sevdiği kızın arkasından koştuğu günler gelecek, kolundaki serumun hortumunu çekip çıkartıp yataktan kalkmaya çalışacaktı.
-Çok yaşlı, onun durumunda bu hastalığa dayanan pek azdır, şimdilik hastamız direniyor, bekleyeceğiz. Demişti deneyimli bayan doktor.
Tam hemşireler sakinleştiğini sanıp dışarı çıkmışlardı ki, yaşlı hastanın odasından gelen gürültülerle geri döndüler. Ayağa kalkmaya çalışırken serum şişesini devirmişti. Pencerenin kenarına tutunmuş, bir yandan ‘onuncu yıl marşını’ mırıldanırken biryandan da dışarıdan gelen tencere tava seslerine alkışla eşlik ediyordu.
Ölüm yanından gelip geçmiş, direnen beden galip gelmişti.