
27.09.2013
CİHANGİR
-Sabah sabah hazırlanmışsın , defter kalem çantada, nereye böyle?
-Cihangir’e gidiyoruz bugün , İstanbul’u yazıyorum günümüz. İyi ki çıkmamışsın unutuyordum ben de sana yol soracaktım.Senin muhit, sen bilirsin. Cihangir Camii’nin önünde bulaşacakmışız. Ben yerini pek çıkartamadım. Nasıl gideceğim? Ben bir tek Firuzağa Camii’ni biliyorum galiba.
-Dur ben sana anlatayım. Bak şimdi eğer tramvayla gidersen Salı pazarının oradan merdivenleri tırmanacaksın. Hani şu gökkuşağı gibi boyananları diyorum. Sonra da bir sağ bir sol birazcık tırmanman gerekiyor.
-Uff daha sen anlatırken yoruldum. Dünkü spordan bacaklarım feci ağrıyor, hiç çıkamam o merdivenleri, zaten gün boyu Cihangir’in yokuşlarını in çık yapacağız. Yok mu kolayı bunun?
– Tamam canım, o zaman sen şimdi metroyla Taksim, oradan vuracaksın yokuş aşağıya. Alman Hastanesi’ni soluna al başla inmeye. İnebildiğin kadar in, denizi görünce sola dön, az ileride görürsün camiyi.
– Ya bu Cihangir Camii olayı da nereden çıktı. Ne güzel Firuzağa Camii’nin orada buluşabilirdik. Kimin aklına geldiyse bu. Galiba biraz fazla “Muhteşem Yüzyıl” seyretti bizimkiler bu ara.
– Unutmadan,bizim sokağa uğra ve lütfen fotoğraf çek olur mu? Hatırlıyorsun değil mi Güneşli Sokak. Cihangir Camii’nden yukarı çıkıyorsun, karşına Susam Sokağı gelecek. Sağa dön, sokağın bitiminde yol bir caddeyle kesişir, sola dön biraz sonra tekrar sol tam karşı köşede bizim ev, Ayfer Apartmanı. Bir de bak bakalım, Demirağların apartmanı duruyor mu? Epey oldu gitmeyeli merak ettim. Hemen sol bitişimizdeki eski bina. Akşama fotoğrafları istiyorum ona göre.
Daha evden çıkmadan ev ödevimi almıştım. Başka bir seçeneğim yoktu.Ayaklarım ister istemez beni Güneşli Sokak’a götürecekti.
Güneşli ve çok nemli bir sabahtı. Şansım yaver gitti, tam Firuzağa Camii önüne gelmiştim ki Ayşecan’ı kahvehanede oturmuş çayını yudumlarken gördüm. Meğer duyuru değişmiş. Burada buluşacakmışız. Az sonra neşeli kalabalığımız kahvenin bütün masalarını işgal etmişti. İsteksiz garsonun isteksiz hizmeti sınırsızdı. Sabah kahvesinin ardından inişli çıkışlı sokaklara dağıldık. Görmeye koklamaya, duymaya Cihangir’i.
Rotam belliydi, çok geçmeden elimle koymuş gibi buldum Güneşli Sokak’ın köşesini tutan dört katlı o apartmanı. Geçtim karşısına seyre daldım bütün dairelerini. Perdelerin arasından sızdım içerilere, baktım , dokundum sessizce yaşanmışlıklara. Birden çatıda bir kadın ilişti gözüme. Çamaşır asıyor terastaki iplere. Kadın kısa boylu, zayıf, kıvır kıvır saçları rüzgarda uçuşuyor. Durun, kadın aşağıya sarkıyor, sesleniyor. Bana mı acaba? Yok yok, parkta oynayan oğluna sesleniyormuş meğer.
-Zafer, Zafer! Hadi oğlum yeter koştun. Terleyeceksin. Yemeğe gel. Okula geç kalacaksın yoksa.
-Beş dakka,beş dakka daha.
-Zafer, Zafer !
-Beş dakika dedim ya anneeee…
Beş dakikalar tekrarlandı. Akrep yelkovanı kovaladı. Son ihtar geldi ve küçük oğlan çocuğu hızla eve koştu. Tam kapıdan içeri girecekken geri döndü. Hemen bitişikteki apartmanın üçüncü kat balkonundan bakan, saçları iki yandan örgülü güzel kıza eliyle bir öpücük gönderdi. Kız öpücüğe karşılık verdiğinde oğlan çoktan kapıdan içeri dalmıştı.
İlk aşk bu olmalıydı.
Çocuğun arkasından bakakalmışım. Gözüm apartmanın tabelasını arıyor. Beyaz mermerden bir tabela bu. Üzerinde isim yok. Oysa gayet iyi biliyorum. Ayfer Apartmanı burası. Şaşıyorum. Sanki bu apartmanın her katında bir zamanlar Ayfer ailesinin fertleri yaşamamış, burada mutlu burada hüzünlü olmamış. Onlardan hiçbir iz kalmamış. Ne alttaki Rum bakkal ne de yaşlı ayakkabı tamircisi var. Saçı örgülü kızın durduğu balkona bakıyorum kız da yok.O balkon da yok. O apartmanın yerinde yepyeni yüksek bir bina, dayanmış eski Ayfer Apartmanı’na. Arkama dönüyorum, oğlan çocuğunun az evvel koşturduğu parka balıyorum. Park da yok. Kat kat bir otopark, vızır vızır arabalar.
Fotoğraf makinemdeki son kareleri siliyor, yoluma devam ediyorum.