Sütlü Simit

SAİME ARICIOĞLU/ 2021

Sokaktan gelip geçenleri görebildiğim onlarla ayni hizada bir evde oturmuş muydum hiç… Ne zaman yazmaya otursam yine yaşanmışlıklara gidiyor elim. Zihnim, kendinde var olanı ortaya çıkarıyor. Eh, Bazen onu da dinlemek lazım. Başlayayım o zaman.

Yıl  bin dokuz yüz seksen beş. Ocak ayı. Sıcacık bir odadan karlı sokağı izlemenin keyfiyle yaşadığım Ankara kışlarını hiç unutmadım.Pansiyonerdim. Işıklarda uyusun çok iyi bir ev sahibim vardı. Yalnız yaşıyor, üç odalı evinin  iki odasını da kız öğrencilere kiraya veriyordu. Okula o kadar yakındı ki. Kalın duvarlı sıcacık bir odaydı. Evin kocaman yemek masası da benim payıma düşmüştü. Ortada gaz sobam, duvar kenarında tek kişilik yatağım, gömme bir dolabım vardı.

Karlı bir kış günü pencerenin önünde masanın başında oturmuş çalışacak derslerle seyredilecek kar tanelerini yarıştırıyorum düşüncelerimde. Ve sokaktan bir kadın geçiyor. Kayıp düşmemek için sanırım  bahçemizin parmaklıklarına tutunuyor. Göz göze geliyoruz. Kadın beni ben kadını görüyoruz. . Belli belirsiz bir selam veriyor. Başıyla boynunu sarıp sarmaladığı şalıyla tanışmıştım zamanında. Bir de yorgunluğuyla. İfadesi canlı. Yaşayan gözlerle bakıyor. Ne anlatır bana bu bir anlık bakış? Anlatmalı mı? Mecbur değil hiçbir şeye. Gülümsemesi bile gerekmiyor. Düşmemek için tutunduğu korkuluğun demirine sıkıca sarılmış elinde kahverengi eldivenleri . Tıpkı şalı gibi kahve tonlarıyla çizgiler atılmış. Biliyorum parmakları üşüyor. Savrulan kar içine içine dolmasın diye gözlerini kısmış. Omuzlarında kar taneleri . Onun hikayesini biliyorum. Tanıyoruz birbirimizi. Komşumuz. Benden  on yaş kadar büyük. Sınav günlerinde beni uyandırması için rica ederim. O da sağ olsun kırmaz elinden geleni yapar. Öyle ki zili çalıp duyuramadığında oklavasıyla bahçeden camımı tıklata tıklata illa ki uyandırır. Ne diyeyim o kadar ağırdır ki uykum. Ne zil ne de seslenmek kar eder.

Gelelim o güne. Görünmeyen elinde Ankara’nın sıcacık sütlü simitleri ve içi krema dolu Alman pastasını taşıyor.

Nereden mi biliyorum? Hikaye bu ya; gerçekte olanı sadece tanrı bilir. Her şey olabilir. Ya da hiç biri …Yazan kalemiyle oya gibi işler de işler. Yeteneği hayal gücü, hayal gücü yeteneği kadardır.

Ah o sütlü simitler. Gidip ben de alayım. Çayı da sobanın üzerine koyarım. Gelene kadar demlenir. Sonra oturup da afiyetle yerim. Bu da olabilir. Benim ruhum da kadının ki gibi uçuşarak dolanmakta mıdır? Ooo çok sıkıcı oldu. Alman pastası bulsam da yesem. Yada sütlü simit. Bu gün de geçmişteki keyfi alır mıyım? Gerçek den keyifli miydi? Ben şu anda o anı özlediğim için mi hissetiklerim bu kadar güzel.

Kadın yeterince dinlenmiş olmalı ki korkuluklara tutuna tutuna yürümeye devam edip  görme alanımdan çıkıyor. Benim de canım simit istiyor ama evde ekmek peynir var, onları da yesem olur. Dışarı çıkamam.Hem üşürüm ben şimdi. Üşürüm ben çok üşürüm. Çay demleyeyim bari. Zilin sesi olanı olacağı aklımdan çıkarıverdi. Kapımda beni çağırıyor.

 -Çay demledim,” hadi sen de gel, hem simitle Alman pastası aldım. Hadi kuzum hadi üşütme evi,  bekliyorum.

İşte tam da böyle olmuştu o zil sesinden sonrası. Bu ne ilk ne de son daveti olacaktı evine. O pansiyonda kaldığım sürece bana abla, kardeş, anne oldu. Göz kulak oldu. Çok yalnızdı. Çocuğu yoktu. Eşi bütün gün çalışırdı. Doğuştan gelen şeker hastasıydı. Gözleri  de hasar görmüştü şekerden. İnsülin iğnelerini  arada bana vurdururdu. Şimdi daha iyi hatırlıyorum diyetinde yasak olduğu için fırından  aldıklarını yemezdi ki. Onlar sırf benim içindi. Bütün ailesi İstanbul da yaşarken o  oradaydı benim gibi.  Bazen anlatırdı hayatından  ufak ufak bir şeyler. Gençlik vardı serde anlamazdım?

Sonra sonra dönüp baktığımda anılara gördüm benimle dertleşmeye çalışmış olduğunu. Oysa ben sadece dinlerdim Ve unuturdum o kapıdan çıkınca. Zaten onun da derdi dinlenilmekti ya….

Saime Arıcıoğlu 2021

  •  
    •  
    •  
Reklam

KUTLAMA, SEV

8 Mart 2021 / ŞEBNEM KÖKSAL

-İyi günler hanımefendi. Ben ve kameraman arkadaşım, VayTV için sokak röportajları yapıyoruz. Size  8 Mart Dünya Kadınlar Günü ile ilgili birkaç soru sormamız mümkün mü acaba?

-Buyrun yavrum, sorun.

-Kaç yaşındasınız?

-Ne alakası var?

-Pardon, anlamadım?

-Esas ben anlamadım. Kadın günüyle benim yaşımın ne alakası var? Hem kadınların yaşı sorulmaz. Kimse öğretmedi mi bunu size?

-Özür dileriz. Maksadımız, emekli misiniz onu öğrenmekti.

-64

-Maşallah! Hiç çalıştınız mı? Para kazanmak için yani….

-Yok, çok zevk aldığım için çalıştım otuz yıl. Dolu dolu, dilek olay! Yoksa sen para için mi çalışıyorsun oğul?

– Nasıl yani?

-Saf mısın yavrum sen. Tabii para için çalıştım. Ne biçim sorular bunlar?

– Şakacısı da hep beni bulur. Neyse..Çocuğunuz var mı?

-Eskiden vardı. Üç tane…

-Allah korusun, öldüler mi yoksa?

-Yok çocuğum, ölmediler, büyüdüler. Şimdi çocuk değiller demek istedim.

-E haliyle, teyze. Sormamın amacı, çocuklarınıza kim baktı siz çalışırken; onu merak ettim.

-Büyük ortancaya baktı, ortanca küçüğe. Büyüğe de yedi yıl konu komşu baktı.

-Allah bağışlasın.

-Neyi bağışlasın?

-Çocuklarınızı…

-Niye, ne yaptılar ki?

-Hiçbir şey.

-Niye korkutuyorsun yaşlı başlı kadını be oğlum?

-Lafın gelişi, teyzecim. Peki siz emekçi bir kadın olarak, bugünle ilgili neler söylemek istersiniz?

-Emekçi değildim ki ben. Son ütücüydüm.

-Nasıl ya?

-O emekçi dediğin ne iş yapar bilmem. Ben konfeksiyonda ütü yaptım diyorum.

-Teyze sen benimle kafa buluyorsun galiba. Çattık.

-Haşa çocuğum. Niye kafa bulayım senle? Cahilim ben, okumadım.

-Sadece ilkokulu mu bitirdin teyze?

-Yok, onu da bitirmedim. Beşinci sınıfta sözlediler beni. Daha okul açılalı bir hafta olduydu; okuldan alıp dikiş nakış kursuna gönderdi babam beni.

-Yanlışın vardır teyze. Beşinci sınıfta daha on bir-on iki  yaşındasındır.

-On iki, evet. On beşimde evlendim. On altıda ana oldum.

-Nerelisin teyzecim sen?

-Türk’üm. İki saattir Türkçe konuşuyorum ya senle oğul! Vah vah ! Biraz kafa gidik galiba sende.

– Hangi şehirde doğdun, büyüdün diyorum.

-Sivas. Sivas’ın Acıpınar köyü, bilir misin?

-Yok, nerden bileyim teyze? Emekli maaşın vardır, di mi? O kadar sene çalışmışsın.

-Emekli olmadım ki…Meğer bizim atölye sigorta primlerimizi hep eksik ödemiş. Dağ keçisi gibi seneleri atlaya atlaya….Bildin mi dağ keçisi sen?

-Allah Allah! O kadar zaman nasıl ortaya çıkmamış ki bu?

-Ben bilmem. Beyim hastalandı. Ona bakmak için emekli olayım deyince çıktı ortaya. 

-Resmen suç işlemişler şerefsizler. Dava falan açsaydınız….

-Çocuklar bir yandan, beyimin bakımı bir yandan; dedim ya cahilim diye. Nasıl becereyim öyle mahkeme işlerini yavrucum?

-Eşinizin maaşıyla mı geçindiniz?

-Yoktu ki maaşı. İnşaatlarda gündelik çalışırdı rahmetli.

-Teyze, tam Türk dizisi gibi oldu bu ya. Nereden bulduk biz seni Allah aşkına?

-Aha ben bu sokakta yürüyordum. Önüme dikildiniz ya az önce.

-???

-Sen git bir doktora görün evladım. İyi değilsin sen.

-Tamam teyzem, tamam. Haklısın. İzin verirsen kadınlar gününü kutlayayım bari.

-E, kutla hadi bakalım. Nesini kutlayacaksan kadın olmanın? Onun yerine şansın yaver gidip  erkek doğduğun için ben seni kutlayayım.

En Büyük Babalar

İlknur Güneylioğlu

Uzun, yeşil, kadife perdenin arkasındayım. Sırtım, pencereye dayalı. Ahşap çerçeveden sızan rüzgâr, boynuma saçlarımdan yollar çiziyor. Evler yapıyor, bahçeli. Çeşmeleri, hortumlardan incecik akıtıyor. Ağaçlar dikiyor. Sokak kedileri bırakıyor birkaç çiçeğin yanına. Karıncalar diziyor toprağa. Çocukları oynatıyor gölgede. Çocuklar, evler yapıyor çamurdan. Bahçesiz. Çeşmesiz. Ağaçsız, kedisiz, karıncasız. Çamurdan çocuklar yapıyorlar. Kahverengi, gri, taşlı, cıvık. Katılaşıyor çamurdan çocuklar, kurudukça. Kararıyorlar. Anneleri sesleniyor kurumuş, kararmış çocuklara: “Haydi, yemek hazır!” Gelemezler, yürüyemezler, kırılırlar, parçalanırlar.

Perdenin arkasından, geniş salona hiç çıkmıyorum. Çıkamıyorum. İşim çok. Ben de kucağımda, kendi canımdan yeni yeni babalar yaratıyorum. Bakıyorum, olmuşlar mı? Henüz değil. Biraz vakit var. Yere bırakıyorum onları. Ayağımla duvar dibine itiyorum. Soğuk vursun ki çabuk olsunlar. Birbirlerine çarpıyor bazıları. Kimisi kenara çekiliveriyor. Geriniyor, etrafa bakınıyorlar. İçlerinden bir tanesi yukarı kaldırıyor başını. Yaratıcısını arıyor. Beni görür görmez öyle bir küçümseme ve boş vermişlikle buruşturuyor ki yüzünü, kendimden şüphe ediyorum. Çirkin bir kız mıyım, aptal mıyım, işe yaramaz mıyım, fazlalık mıyım? Baba, taşyüreklinin teki! Öfke duyuyorum. Beni aşağıladığı için ondan nefret ediyorum. Yarattığımı tanımaz, bilmez miyim?

Birden omzuma atlıyor, oradan da boynuma tırmanıyor. Hareketli oyuncak askerler gibi yakışıklı, dinç, atik. Kumandası buralardadır. Kıpırdanıyorum, ağır perde havalanıyor, ama yok, hiçbir yerde kumanda yok. Baba kontrolden çıktı!

Çamurdan çocuklara bağırıyor.

“Anneniz sizi sofraya çağırmadı mı!”

Çocuklar utanıyor.

“Ne ahmak çocuklarsınız siz, ben yokken annenizi üzmeyin demedim mi!”

Çocuklar ürküyor.

“Size harçlık yok, size yeni ayakkabı yok, size gezmek yok, size sevgi yok, size sarılmak yok, sizi dinlemek yok, size hiçbir şey yok! Her şey başkalarının çocuklarına var, çünkü onlar akıllı, onlar terbiyeli, onlar iyi evlatlar!”

Çocuklar telaşlanıyor.

Fark ediyorum, babalarım kıpır kıpır. Artık, iyice olmuşlar. Bana en çok yakışan giysilerim üzerimde. Mis kokuyorum, makyajım hazır. Karşılarına oturup, dikkatle dinliyorum anlattıklarını, anlatamadıklarını. Yemekler hazırlıyorum. Onları çok sevmem için nedenler arıyorum. Annem gibi, onlara dayanabilmek için kendime yalanlar uyduruyorum. Beni çok seveceklerine inanmak istiyorum. Beni hep kucaklayacaklar, kollayacaklar, alnımdan öpecekler biliyorum.

Saçlarımın arasındaki baba iyice yükseltiyor sesini. Tüm mahalleye duyuluyor.

“Kaldırın kıçınızı, eve gidiyoruz!”

Çamurdan çocuklar gidemez. Kaskatılar. Bacakları, kolları hareket edemez. Tükürükler saçıyor baba. Çocukların bedenlerine yapışıyor ıslaklıklar. Kurumuş çamur yeniden sulanıyor. Eriyor çocuklar. Bahçenin toprağına karışıyor.

Çevremdeki babalar, seslerden olsa gerek, birden huysuzlaşmaya başlıyor. Her şey planlarımın tersine dönüyor. Kokumu, makyajımı, yemeklerimi beğenmiyorlar. Beni sokağa salmıyorlar. Kitap okumama kızıyorlar. Beni konuşturmuyorlar. Başka kadın istiyorlar. Üstüme yürüyorlar. Bacaklarımın arasına giriyorlar. Yüzüme tokat patlatıyorlar. Beni dövüyorlar, bıçaklıyorlar, silahlarıyla vuruyorlar.

Babalarımı, daha büyük babalara şikâyet ediyorum. En büyük babalar, “Haksızsın, uysal değilsin!” diyor, duvarlar dikiyor, kapıları kapatıp, zincire vuruyor beni.

En büyük babalara soruyorum.

“Sizi kim yarattı?”

“İnsanoğlu,” diyorlar.

“Bu küçük babaları da ben yarattım,” diyorum.

“Hayır, onları da aynı insanoğlu yarattı,” diyorlar.

“Bu oyunu oynamak istemiyorum!” diye bağırıyorum.

“Ben, artık, çamurdan çocuk değilim, zekâm, sağduyum, aklım ve sezgim ile yaşam deneyimlerimin içinde bilge bir kadınım! Erimem, parçalanmam, un ufak olmam! Yeni yeni babalar aramayacağım, koruyup kollanma ihtiyacı duymayacağım! Varım, var olacağım! Perdelerin arkasından dışarı, sokağa çıkacağım!”

Kumandasız baba, omzuma geri zıplayıveriyor. Oradan da diğer babaların yanına.

Tüm babaları kutuya kaldırma vakti. Kutunun kapağını bir daha açmamak üzere sımsıkı kapatıyorum. Aşağılamaları, azarları, dayakları, tecavüzleri, , bıçakları, silahları hapsediyorum.

Annem konuşuyor, salonda hazırladığı masanın yanından: “Çağırsana, artık, çocukları! Ne yapıyorsun bir saattir o perdenin arkasında? Anneanneleri çok özledi onları, ama evde durdukları yok.”

Pencereyi açıp, “Haydi, yemek hazır!” diye sesleniyorum, bahçedeki kızlarıma. Çiçekleri suladıkları hortumu fırlatıp, koşuyorlar eve. Su akıyor. Hep akıyor su. Özgür, berrak, ışıl ışıl…

İlknur Güneylioğlu

8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’ne Özel

 “SEN DE YAZ”  atölyelerimize katılan arkadaşlarımdan sadece bugüne “EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜne özel  “kadın” temalı birer kısa yazı yazmalarını rica ettim. Kimi sadece 6 dakikalık kimi de biraz daha uzun metinler gönderdiler. Noktasına, virgülüne dokunmadan paylaşıyorum. Peşleri sıra benden de bir “kadınlık hali” kısa öyküsü bulabilirsiniz… Keyifli okumalar…
HANIM! / Şebnem Tangör Köksal
Hanım hanım otur. Çok gülme!
İnsanlara öyle dik dik bakma!
Kibar ol! Bana cevap verme!
Teşekkür et! Yüksek sesle konuşma!
Yolda kırıtarak yürüme!
Sağa sola bakma! Açık saçık giyinme!
Ayıp kelimeler kullanma!.
Derslerine güzel çalış.!
Babana saygılı ol.!
Abini kızdırma!  Kardeşine göz kulak ol!
Bulaşıkları yıka!
Erkeklerle içli dışlı olma!
Hemen bul birini evlen. Evinin kadını ol, çalışıp da ne yapacaksın?
Kocandır kızım o senin. Sus otur!
Doğur doğur. A bir tane yeter miymiş? Çocuklarına iyi bak. İyi anne ol, hanım kadın ol, büyüklerini say, yatakta istekli, evde cilveli, sokakta mazbut ol. Sadece kocana güzel ol!
Bir şey isteme; her şeyin var.
Saçın uzun kalsın. Paran cebinde kalsın. Sözlerin içinde kalsın.
Hayal de mi kuruyormuş,  haspaya bakın! Sen kendini ne sanıyorsun eksik etek?!
 Kadın dediğin benim dediğim gibi olur. Burası Türkiye !!!!!!!!!!ru
ÇÜRÜK  / Ebru Hocaoğlu
– Haydi ama çıkıyoruz,dedi. Alelacele çantamı aldım. Tutsak olduğum hapishaneden kaçarak usulca çıktık . Havanın soğuğu yüzüme çarptı . İyi geldi temiz hava. Yüzümdeki çürükler gibi yüreğim de çürümeye başlamıştı bu evde. Taze çiçek kokusu bastırdı çürük kokusunu..
– Çok var mı gideceğimiz yere ?
– Yok yok geldik sayılır ,dedi.
Çam ağaçlarının arasında beliren kocaman eve baktım.
-Sığınma evi burası işte ,diyerek eflatun boyalı evi gösterdi . Kocaman bahçenin içinde ulu ağaçların ardına saklanmış.
– Yeni evin burası artık. Seni burda bulamaz korkma. Güven bana çok iyi olacaksın ,diyerek elimi tuttu. İçimde bir şeyler kıpırdandı. Korku ve umut.
– Bu yeni hayatının başlaması için güzel bir adım. Hem senin gibi pek çok kadın var burada. Yalnız değilsin. Sakın endişe etme. İyi olacak göreceksin.
Yumuşacık sesiyle avutmaya çalışıyordu beni. Elini daha da sıkı tuttum. Herşeyi geride bırakmıştım. Gözlerim doldu sarıldım ona.
– Seni arayabilir miyim ?
-Her zaman ,dedi.

 ÇÜNKÜ / Ayhan Bakarslan

Çünkü hayat adil değildi. Hep kurallar hep kurallar.

Çünkü onlara uymak istemiyordum. Seni sevmiştim hâlâ seviyordum. Ama bu başkasını sevmeme engel değildi.

Çünkü ben insandım.

Çünkü insanlar için bu kadar kural çok fazla idi. Sana anlatmalıydım, anlatabilmeliydim.

Çünkü seni seviyordum. Dün de çok sevmiştim bu gün de seviyordum. Ama O’nu görünce içimde kelebekler uçuşmuştu.

Çünkü çok farklıydı, çok dingindi, çok uzaklardan gelmiş gibiydi.

Çünkü aşık olmuştum. Beni anlamayacağını bile bile yazıyorum.

Çünkü saklayamıyorum.

Çünkü saklamak istemiyorum.

Birlikte yemek yediğimiz o akşamı hatırlıyor musun? Senin o çok konuştuğun, benim ise çok sustuğum, o akşam eski arkadaşını bulmuş, coştukça coşmuştun. Benim ne çok sustuğumu fark etmemiştin bile.

Çünkü aşık olmuştum.

Çünkü konuşursam anlaşılır diye susmuştum.

O anlamamıştı. Biliyordum çünkü o da susmuştu.

Çünkü gözlerimiz birbirine her şeyi söylemişti. Bir sen anlamamıştın.

Çünkü aklına bile gelmemişti.

Çünkü güvenirdin.

Eve döndüğümüzde fark ettin bende ki suskunluğu.

“Ne oldu hoşlanmadın mı arkadaşımdan” dedin.

Çünkü aksini düşünemezdin.

Çünkü bu çok saçmaydı.

Seni üzecek de olsa sana anlatmalıydım. Hem de çok iyi anlatmalıydım. Seni kırmadan, incitmeden, aslında bana ne olduğunu anlatmalıydım. Ortada bir suç ve suçlu olmadığını anlatabilmeliydim.

Çünkü biz insanlar içindi , her türlü karmaşık duygu.

Çünkü ben anlatmazsam ben olamazdım. Biz olamazdık.

Çünkü yaşamazsam neler olacağını bilemezdim.

Çünkü duygularım mantığımdan öndeydi bu sefer.

Çünkü içimden çıkan bu beni tanımalıydım.

Çünkü sen de yeni beni görmeliydin.

Çünkü yazdım. Çünkü bil istedim.

 

VAJİNA / Figen Uşaklıoğlu

İnsanların içinde dosdoğru söylemeyeyim diye ‘dudu’ diye öğretti annem vajinayı. Ben de öyle bildim uzun yıllar boyu. Bu kelimeleri kullanmak pek ayıp olduğundan herhalde, hiç kimseden de farklı bir sözcük duymadım. Dudu aşağı dudu yukarı büyüdüm ilkokul 1e kadar. Sene 84. Siyah önlük zamanı. Beyaz yakam takıldı yakama, eşek kulağı kadar kurdela da kafama… Tepedeki kukuleta ne kadar büyük, çocuk okula o kadar hazır!? Okulun ilk günü… O gün neler yaşadığımı tam da hatırlamıyorum. Fakat annemden şu kısmını bolca dinledim. Balkonu yıkıyor annem akşam üzeri, eylül ayının sıcak güneşi mis gibi yıkanmıs balkon kokusu. Sokağın basından topukları kıçına vura vura kosan bir küçük Figencik. “Anneaaa anneaaa” diye bağırıyor bas bas. Boynumdaki damarlar belli oluyor te balkondan. Zor çıkıyor merdivenleri, gözler faltaşı, şaşkın, çok şaşkın. “Anne anne, valla da billaa da koymuslar, kızın adini Dudu koymuslar. Benim adim Dudu dedi!! Yemin ederim dudu dedi!” Buyrun Ayten hanim, haydi buyrun anlatın simdi kızın adına vajina konmadığını, çünkü ‘o’nun zaten dudu olmadığını. Bir daha da Dudu adında kimseyle tanışmadım, artık o kadar şaşırmam da zaten.

KADIN /Zeynep Braggiotti

Kadın var; küçük

Kadın var; güçlü

Kadın var; siyah-beyaz

Kadın var; renkli

Kadın var; isimsiz

Kadın var; sonsuz

Kadın var; ışıksız

Kadın var; aydınlık

Kadın var; amaçsız

Kadın var; maşalı

Kadın var; umutsuz

Kadın var; dünyayı yaratmış

Kadın var; hayırsız

Kadın var; yufka

Kadın var; nicesiz

Kadın var; çeşitli

Kadın var; susmuş

Kadın var; çeneli

Bir de benden içeri bir ben var; kadın.

Hepimiz bir arada dünyaya meydan okuyan.

Ekmek ve Gül /Sevim Yüce

8 Mart 1857’ de hayatını kaybeden emekçi kadınların anısına saygıyla.

Dumanlar her tarafı sarmıştı. Çaresizlik içinde çığlıklar yükseliyordu. Umutla koştular bir çıkış aradılar, evlerine giden yola ulaşmak için bir çıkış. Kapılar ise üzerlerine kapanmıştı çoktan. Habersizdiler, kapılar kilitliydi, çaresizdiler. Koştular, alevlerin arasında çaresizce çırpındılar. Her çaba sonuçsuzdu. Zaman alevlerden yanaydı. Tüm hayatlarını ilmek ilmek dokudukları o kumaşlar, ateş denizinde tutuşuyor, bedenlerini de tutuşturuyordu. Onlar ana, onlar eş, onlar kadındılar. İstedikleri insanca koşullarda çalışmak ve yaşamaktı sadece. O kapıları üzerlerine kilitleyenlerin bilemedikleri birşey vardı o gün yanan o fabrikada, kadınlar bir bakışlarıyla dünyayı özgürleştirirlerdi.

Adı Annem/ Esin Uzluer
Anneannemin sıcak bedenine yapışarak kolları arasında uyumak istediğimde bilirdi ki, bizim şarkımızı
söyleme zamanı. “Anneni mi özledin sen bakayım” der anlamadığım bir dilden de olsa, sesindeki
yumuşak melodi ile okşardı beni.
Annemin elini saçlarımda hissettiğimde, anneannemin sesindeki etki gibi, huzur ve sevginin kolları
beni rüyalarıma uğurlardı.
Sabah kahvaltıları çok özeldi. Zeytinin kabuğu soyulurdu yiyebileyim diye. Soyulan zeytinin kabuğu
değildi aslında özenin ve sevginin ifadesiydi.
Alınan bir topun, bir bebeğin değeri çok büyüktü, değerliydi oyuncaklarım. Bayramları giyilen yeni
elbise ve ayakkabılarımın bir ifadesi vardı, anlam katardı bayramlara. Adı bayramdı. Sevinçti. Evin
içinde sıcak bir telaş muhabbet ve hazırlıktı ziyaretlere.
Anneannemi, babaannemi, dedemleri, teyzemleri, kuzenlerimi görmekti. Onlarla oynamaktı. Bayram
şekerleri, bayram çikolataları, özenle hazırlanmış bayram yemekleri ve ceplere mendille konulan
harçlıklardı. Neşe getirirdi bayramlar.
Babam anneme “sen evimin direği, hayatımın aşkısın derdi” her zaman. Annemin gözlerinin içine
baktığında, kendi gözleri parlardı. Büyüdükçe anladım. Annem evin direği olurken ikinin birliğini.
Bugün bayram. Sevgiyi verenler, şimdi sevgiyi verdikleri yerdeler. Kızım” annecim seni çok seviyorum”
dediğinde anlıyorum ki, bizde verdiğimiz yerdeyiz.
Sevgi köprülerini kuran sabrın, hoşgörünün, birliğin, iletişimin, anlayışın, niyetlerin gerçekliğini
yakından bilerek büyütürken, bize bilgi okyanusunun derinliğini gösteren, aşkla dalanlardandır
Annem. Kucağında bana yol veren, duygunun adıdır Annem.

 

KADINIM / Elzi Kalma

Kahraman Anadolu kadınına ne oldu, ya onların doğurduğu nesiller nerede… O bilgiye aç o ülkesine Ata’sına bağlı kadın nerede? Ya o şık alımlı zarif kültürlü sanatçı meslek sahibi hürriyet aşığı Cumhuriyet kadınları nerede,.. Altın bir nesil yok oldu gitti

Dişil enerjisini kaybetmiş uzlaşmacı kimliğini unutmuş, analık şefkat sağduyu vicdan gibi kadınca duyguları yok olmuş artık kendi de şiddetten beslenen kin ve nefret saçan, sevgisiz büyümüş, ayrıştırılmış KADIN

Tatmin edilmemiş, taciz görmüş, çocukluğuyla da genç kızlığıyla da küs kendini dahi sevememenin baskısı altında hareket eden KADIN

Geleceğimiz çocuklarımızı nasıl yetiştirirler anne olarak ya da öğretmen olarak,.sevgiyi etiği erdemi vicdanı nasıl öğretebilir?

Çocuk tacizcilerine göz yumacak kadar,

KADINI insan mertebesine çıkaran Atatürk ‘ü baş tacı edeceğine iki kuruş ya da makam uğruna, harcayacak söylemleri dile getirebilecek kadar                            Çocukların ve gençlerin eğitimlerinin dolayısıyla da geleceklerinin göz göre göre yok edildiğine seyirci kalacak kadar

KADINDAN tahrik olduğu için nefsini kontrol edeceğine kadını kapatan zihniyete din deyip geçecek kadar                                                                                        susturmak için bağıran haklı çıkmak için döven sözde namusu ya da öğretilmeyen dini için

KADINI öldürecek kadar gözü dönmüşleri koca diye evlat diye bağrına basacak kadar hayatındaki tek amacı kendini bir kocaya sunmaktan ileri gidemeyecek kadar sığ kızlık zarına hayatındaki en önemli ve en kutsal sanacak kadar zavallılaştırılmış hamile çocuklara göz yuman hacı hoca takımına hala güvenebilecek kadar                                        kendini sindirmiş ve erkeksi bir iktidar açlığına teslim olacak kadar kendini indirgemiş körleşmiş bu KADIN  MODELİ tüm terör örgütlerinden daha tehlikeli değil midir?

Türkiye’nin hatta tüm İslam âleminin en büyük çıkmazı KADINA BİÇİLEN ROL VE O KADININ KABULU değil midir?

KADIN gerçek anlamda eğitilmedikçe, beynine atılan formatı bozmadıkça, görünmez kelepçelerini kopartmadıkça, gözlerini dünyaya açmadıkça,  yapıştırılmış ve kurgulanmış kimlikleri öze dönmedikçe, bilinç gözleri erkek egemen toplum tarafından açılmadıkça dünyaya sahici bir barış asla gelmeyecektir

Peki, biz ahkâm kesen sözde aydın kadınlar yazıp çizmekten facebook silahşörü olmaktan öte ne yapıyoruz?

Elimizde pankartlarla her gün yeni bir gündemle yürümek için ne bekliyoruz?

Bir toplum KADIN YOLUYLA KAZANILABİLİR M,K ATATÜRK

ANNENİN ÇIĞLIĞI Müge Çakır

Sizin hiç oğlunuz öldü mü?

Ben bugün oğlumu toprağa verdim.

Ağır ağır yağan yağmurun altında, yavaş yavaş girdi oğlum toprağın altına…

Neden sırılsıklamsın kıymetlim?

Neden koruyamadım seni?

Neden izin verdim?

Neden oğlum?

Neden annem?

Neden bebeğim?

Hani söz vermiştin,

Hani “bırakmam sizi, korkmayın” demiştin?

Neden gözümün nuru?

Neden nefesim?

Ahh en güzel hediyemdin sen benim,

Seni kucağıma aldığım gün, sanki bugün;  

Mis kokun, minik pembecik dudaklarının yuttuğu ilk süt damlası…

Şeftali kokan tel tel sarı saçların…

İlk adımın, an-ne deyişin..

Sanki hepsi bugün…

Ama ben seni bugün toprağa verdim?

NEDENNN?

Ne güzel çocuktun sen annem, ne masum, ne asildi ruhun,

Ruhumun bir parçasını görürdüm sende ve her görüşümde yeniden aşık olurdum ilahi güce,

Neden annem? Neden gittin? Neden SEN?

Yokluğun ölüm!

Yılların hastanelerde geçti, hiç ümidini kaybetmedin, bir kere “Anne korkuyorum” demedin.

Tutardım elini göndermezdim, Peki neden vermedin?

NEDENNNN????

Neden sen annem?

“Dayan” diyorlar, “güçlü ol” diyorlar,

“Bu da bir öğretin, dersin senin” diyorlar,

“Cennette seni bekliyor oğlun” diyorlar,

“Bir gün buluşacaksınız” diyorlar…

-İnandığım bütün doğrulardan vazgeçiyorum bugün,

Bütün inançlarımı terk ediyorum-

Neden bugün değil de, bir gün?

Neden dünyada değil de, cennette?

Neden ödül değil  de, ders?

Neden bakıyorsunuz bana?

Kaçırmayın gözlerinizi?

SİZİN-hiç-OĞLUNUZ ÖLDÜ MÜ?

BEN BUGÜN OĞLUMU TOPRAĞA VERDİM.

 

Hayat / Ebru Özçağıran

Hem kadındır, hem erkek.Hem siyahtır, hem beyaz. Hem gecedir, hem gündüz.

Hem soğuktur, hem sıcak.Hem nefrettir,hem aşk.Hem kaybetmektir, hem kazanç.Hem güçtür, hem zayıflık. Hem savaştır, hem barış. Hem açlıktır hem tokluk.Hem kaçmaktır, hem kovalamak. Hayat zıttıyla hissedilir,yaşanır. Zıt gibi görünen her şey birbirini bütünler. Hayat bütündür. Önemli olan zıtlıkların dengesidir. Denge bozulduğunda insan olmak, dengeye çalışmak, üretmek, destek olmaktır diğer yarıyı. Aksi durumda kaybeden erkek de değildir, kadın da…

Kaybeden sadece hayattır…

AYNA /Işıl Ertunç

 Otuzunu yeni geçtiğini inkar eden ellerinin buruşukluğu muydu sadece? Ya yüzü… Ya bütün gün güneşin altında toprağa can vermeye çalışırken kararan, kırışan cansız teni… 

Henüz birkaç saat önce topraktan çıkmış avucuna bir parça kına çaldı.  Sonra kabalaşmış tırnaklarının tek süsü olacak yeşil çamura iyice bandı parmak uçlarını.

Kınan uğurlu ola, uğurlu, bereketli ola, dedi Döne’nin sırmalı kırmızılar giyinmiş kızına...

Ufacık odaya doluşmuş konu komşu el çırparak tezahürat yapmaya başladılar. Bir an önce Emine’nin bağlamasını almasını, sonra da o dillere destan  yanık sesiyle  bildiği bütün kına türkülerini çığırmasını istiyorlardı. Çok sürmedi bekleyiş. Konukların gözleri doldu, oyalı mendiller göğüslerden çıktı. Gelin de anası da hıçkırıklara boğuldular. Sonra kasetçalardan  göbek havaları çalınmaya başlayınca bütün kızlar gelinin etrafını sardı.

Emine’nin gözü bir ara gelinin etrafında oynayan kendi kızlarına ilişti. En büyüğü on üçünü geçmişti bile. Gelinin yerinde onu görür gibi oldu… Hayır, hayır, dedi içinden, onların o tabureye oturmasına daha çok var. Üçü de okuyacak.

Hasan söz vermişti. Ne pahasına olursa olsun okuyacaklardı.

İçi ürperdi.  O da okumak için yanıp tutuşmamış mıydı bir zamanlar. Yedi kız kardeşin ortancasıydı Hem de en zekileri… Okulun kitaplığından taşıdığı kitapları bıkmadan, bir daha bir daha okurdu. En çok da şiir. Büyük büyük laflar ederdi sonra. Anlamazdı kimse. Yazdığını da bilmezlerdi. Kimse anlamamıştı onu..

Orta sondaydı kara sevdaya düştüğünde…

Anası babasına söz geçiremediğinde.

Emine  Hasan’ a kaçtığında.

Doğup büyüdüğü köye sırt çevirdiğinde.

Ne düğün görmüştü Emine, ne kına, ne çeyiz. Bir tek Hasan bir tek kitaplar.

Hüzünlenmişti yine. İkindi okunmadan  kalktı.  Bana müsaade komşular, dedi. İşim var evde. Döne kapıya kadar geldi peşi sıra. Kızları salmayacağım bilesin. Gülsüm’e yarenlik edecek onlar bu gece. Hasan’a da deyiver, ses etmesin.

İtiraz etmedi Emine. Yarın okul yoktu. Döksünler kurtlarını diye düşündü. İki adımda üç gözlü evine vardı. Sabah, ezanda kalkmış, koyunları otlamaya götürmüştü. Güneş ortalığı ısıtmadan tarlaya su vermiş, sonra da ev halkının karnını doyurmuştu. Komşuda kına var diye ortalığı öylece bırakmış, ocağa yemek bile koymamıştı. Olsundu, nasılsa Hasan da işten dönerken düğün evinin erkeklerine biraz takılır öyle gelirdi bu akşam.

Hasan’ı! …Sevdası hep artan, hiç eksilmeyen Hasan’ı.

Hızlıca topladı evi. Sonra koynundan yaprakları aşınmış ufacık defterini çıkarttı. Oturdu masanın başına. Ruhundan kopup gelen dizeleri itinayla döküverdi sararmış sayfalara. Kendi kendine okudu yazdıklarını ve tekrar yerine gizledi sırdaşını. Hiç istemezdi ne kızların ne de Hasan’ın görmesini, istemezdi onlara alay konusu olmayı…

Akşam olmak üzereydi. Kalktı, perdeleri çekti. Mutfağa doğru giderken güneşin son ışıkları duvardaki aynadan Emine’ ye göz kırptılar. Şu kenarı kırık cam parçasının önünden kim bilir günde kaç kez geçiyordu da dönüp bakmıyordu bir kez.

Bu kez bakacak oldu.

Allı yemenisi gevşemiş bilek kalınlığı örgüleri görünüyordu. Bir anda çıkartıp attı başındaki örtüyü bir çırpıda çözdü.

Kömür karası bukleler özgür kaldı.  Nasırlı parmaklar dolaştı aralarında.

Okşarcasına…

Aynadaki görüntü şekil değiştirdi.

Emine kadın olduğunu bildi

Yatak odasına koştu, üst üste dizilmiş pamuk şiltelerin altına daldırdı elini, aradı, buldu onu. Kasabaya gittiklerinde yerde bulup gizlice torbasına atmıştı. Aynanın karşısına geçti yeniden. Kurumuş çatlak dudaklarını önce tükürüğüyle ıslattı sonra acemice boyadı.

Aynadaki kadın kocaman kocaman güldü. Şimdi gözleri daha yeşil, daha parlak, daha güzel, daha hayat doluydu.

Sevdi bu hayat dolu kadını Emine, çok sevdi. Göz kırptı kadın ona. Tam zamanı, bak kızlar da yok, ne bekliyorsun, yak hamamı, dedi sonra.

Yüreğinde bir kuş kanat çırpmaya başladı Emine’nin. Bu kez yatıştırmadı onu Emine. Bıraktı çırpsın hızlı, daha hızlı, daha hızlı…

Az sonra küçücük evi saran neşeli bir türkü hamamdan gelen odun çıtırtılarına karışacaktı…