KUTLAMA, SEV

8 Mart 2021 / ŞEBNEM KÖKSAL

-İyi günler hanımefendi. Ben ve kameraman arkadaşım, VayTV için sokak röportajları yapıyoruz. Size  8 Mart Dünya Kadınlar Günü ile ilgili birkaç soru sormamız mümkün mü acaba?

-Buyrun yavrum, sorun.

-Kaç yaşındasınız?

-Ne alakası var?

-Pardon, anlamadım?

-Esas ben anlamadım. Kadın günüyle benim yaşımın ne alakası var? Hem kadınların yaşı sorulmaz. Kimse öğretmedi mi bunu size?

-Özür dileriz. Maksadımız, emekli misiniz onu öğrenmekti.

-64

-Maşallah! Hiç çalıştınız mı? Para kazanmak için yani….

-Yok, çok zevk aldığım için çalıştım otuz yıl. Dolu dolu, dilek olay! Yoksa sen para için mi çalışıyorsun oğul?

– Nasıl yani?

-Saf mısın yavrum sen. Tabii para için çalıştım. Ne biçim sorular bunlar?

– Şakacısı da hep beni bulur. Neyse..Çocuğunuz var mı?

-Eskiden vardı. Üç tane…

-Allah korusun, öldüler mi yoksa?

-Yok çocuğum, ölmediler, büyüdüler. Şimdi çocuk değiller demek istedim.

-E haliyle, teyze. Sormamın amacı, çocuklarınıza kim baktı siz çalışırken; onu merak ettim.

-Büyük ortancaya baktı, ortanca küçüğe. Büyüğe de yedi yıl konu komşu baktı.

-Allah bağışlasın.

-Neyi bağışlasın?

-Çocuklarınızı…

-Niye, ne yaptılar ki?

-Hiçbir şey.

-Niye korkutuyorsun yaşlı başlı kadını be oğlum?

-Lafın gelişi, teyzecim. Peki siz emekçi bir kadın olarak, bugünle ilgili neler söylemek istersiniz?

-Emekçi değildim ki ben. Son ütücüydüm.

-Nasıl ya?

-O emekçi dediğin ne iş yapar bilmem. Ben konfeksiyonda ütü yaptım diyorum.

-Teyze sen benimle kafa buluyorsun galiba. Çattık.

-Haşa çocuğum. Niye kafa bulayım senle? Cahilim ben, okumadım.

-Sadece ilkokulu mu bitirdin teyze?

-Yok, onu da bitirmedim. Beşinci sınıfta sözlediler beni. Daha okul açılalı bir hafta olduydu; okuldan alıp dikiş nakış kursuna gönderdi babam beni.

-Yanlışın vardır teyze. Beşinci sınıfta daha on bir-on iki  yaşındasındır.

-On iki, evet. On beşimde evlendim. On altıda ana oldum.

-Nerelisin teyzecim sen?

-Türk’üm. İki saattir Türkçe konuşuyorum ya senle oğul! Vah vah ! Biraz kafa gidik galiba sende.

– Hangi şehirde doğdun, büyüdün diyorum.

-Sivas. Sivas’ın Acıpınar köyü, bilir misin?

-Yok, nerden bileyim teyze? Emekli maaşın vardır, di mi? O kadar sene çalışmışsın.

-Emekli olmadım ki…Meğer bizim atölye sigorta primlerimizi hep eksik ödemiş. Dağ keçisi gibi seneleri atlaya atlaya….Bildin mi dağ keçisi sen?

-Allah Allah! O kadar zaman nasıl ortaya çıkmamış ki bu?

-Ben bilmem. Beyim hastalandı. Ona bakmak için emekli olayım deyince çıktı ortaya. 

-Resmen suç işlemişler şerefsizler. Dava falan açsaydınız….

-Çocuklar bir yandan, beyimin bakımı bir yandan; dedim ya cahilim diye. Nasıl becereyim öyle mahkeme işlerini yavrucum?

-Eşinizin maaşıyla mı geçindiniz?

-Yoktu ki maaşı. İnşaatlarda gündelik çalışırdı rahmetli.

-Teyze, tam Türk dizisi gibi oldu bu ya. Nereden bulduk biz seni Allah aşkına?

-Aha ben bu sokakta yürüyordum. Önüme dikildiniz ya az önce.

-???

-Sen git bir doktora görün evladım. İyi değilsin sen.

-Tamam teyzem, tamam. Haklısın. İzin verirsen kadınlar gününü kutlayayım bari.

-E, kutla hadi bakalım. Nesini kutlayacaksan kadın olmanın? Onun yerine şansın yaver gidip  erkek doğduğun için ben seni kutlayayım.

Reklam

Bir akşam üzeri yine Kuzguncuk’ta güneş battı / 2011 İstanbul

Üsküdar İskelesi’nden kalkan geminin kaptanı  “Geliyorum çımacı hazır et halatı” dercesine bir düdük çaldı. Tüm Kuzguncuk duydu. O da. Epeydir kulağı kirişteydi zaten. Tahta basamakları isteksizce sildiği bezi kenara itti. Sabunlu merdivenlerden akarken ellerini önlüğüne sildi, sağına soluna bakmadan evden fırladı. Hızla sağa döndü; iki adımda köşedeydi. Sokağın merdivenlerini birer ikişer atlayarak inmeye başladı. Son basamağa geldiğinde nefes nefeseydi. Koşmaya devam etti. Hızını alamayınca Kuzguncuk Eczanesi’nden çıkan Ayşe Hanım teyzeyle çarpışıverdi.

Hay aksi… diye geçirirken içinden.

Teyzeciğim kusura bakma, vapura yetişecektim de. Yardım edeyim sana. Cümlesi döküldü dudaklarından. Dağılan ilaç paketlerini topladı. Yaşlı kadının koluna girdi, evine kadar ona eşlik etti.

Geç kalıyordu, hızlandı. Yeni açılan balık lokantasının önünden geçerken gözü camekândaki görüntüsüne takıldı. Hiç beğenmedi. Saçları dağılmış, koşarken üstü başı karışmış, bütün vücudu ter içinde kalmıştı. Usulca saçlarına şekil vermeye çalıştı. Çiçek desenli elbisesini elleriyle çekiştirerek düzeltti. Son görüntüsünden de pek hoşnut olmadıysa da artık yapacak bir şey yoktu. Yüzüne bir gülücük ekledi, yine büyük adımlarla yoluna devam etti. Tam trafik ışıklarına yaklaşmıştı ki sinagogdan çıkan kara cübbeli hahambaşıyla burun buruna geldi. Hahama nasıl selam vereceğini bilemedi. Bir adım geri çekilip başını öne eğdi. Yüz aşinası olan hahambaşı omuzuna dokundu. Ağzında bir şeyler geveleyip uzaklaştı. Kulağında anlamını anlayamadığı kelimeler, zihninde iskeleye yanaşmakta olan vapur, kendisini caddeye atıverdi. Bisikletli bir çocuğu ıskalayarak karşıya geçti. İsmet Baba’nın balıkçı dükkânının önüne yayılmış tok evin aç kedisi Tekir yolunu kesti. Dayanamadı. Eğildi kucağına aldı.  Amma da şişmanlamış bu, yoksa yakında mahallemizin tekir kedi nüfusu artacak mı? diye düşündü. Sevilmekten memnun iyice gevşeyen hayvanı ensesinden okşayıp yavaşça yere bıraktı.

İskeleye vardığında vapur dağılmaya başlamıştı bile. Gözleriyle arandı. Önce Eşref Amca’yla Osman Amca’yı gördü. Derken Mösyö Agop’u, kolunda Avrupalı yeni eşiyle. Şık giyimi, yüksek ökçeli ayakkabıları, başında şapkası yine göz kamaştırıyordu madam. Boşuna Avrupalı demiyorlardı ona. Saçları hep mizamplili, elleri bakımlı, ojeliydi.  Bir an kendininkilere baktı. Sakladı eteğinin kıvrımları arasına sonra.

Gözlerini ellerinden aldığında gördü onu…  İçi ılındı yine. Yorgun görünüyordu. Yaklaştı, elindeki paketlerin birini aldı. Diğerine de uzandı. O bırakmadı. Usulca eğilip yanağına bir öpücük kondurdu. Boş kalan elini avucuna aldı.

İskeleden birlikte çıktılar.

Yürüdüler evin yolunu ağır ağır.

-Hiç eve gidesim yok, hava da ne güzel azıcık dolaşsak mı?

Neden, bir şey mi oldu evde?

-Hiiiiç, öylesine işte.

Elini sıktı yanındaki. Bu, itiraz etmiyorum demekti.

Sağ kaldırıma geçtiler. Daha geçenlerde açılan kocaman tabelalı fırından mis gibi kokular geliyordu. Fırıncı üzerleri ay çekirdeği ile süslenmiş bagetleri vitrine dizmekteydi. Göz ucuyla bir o süslü vitrine bir de karşı kaldırımdaki yılların ekmek fırınına baktı. Salih amca kapının önündeki taburesine oturmuş, vitrinde sıcak somunlar akşam müşterilerini bekliyordu. Salih amca onları görünce hemen kalktı; en gevreğinden bir tane seçti. Anında bagetler unutuldu

Yürüdüler. Köşedeki Sitare Restoran’ın önündeki masalar şimdiden dolmuştu. Sitare ne güzel isimdi. Bir yıldızın adıymış. Ah, bir kez burada yemek yiyebilsek diye geçirdi içinden. Geçende İnci’ yi burada kalabalık bir gurupla beraber içki içerlerken görmüştü. Şarapmış içtikleri, hem de sıcak şarap, portakallı tarçınlıymış tadı. Öyle anlatmıştı arkadaşı.

Deniz Eczanesi’nin önünde durakladılar. Halim amcanın meşhur kedileri, burası eczane mi yoksa veteriner mi dedirtircesine yine vitrine yayılmışlardı. Ya şu kedilere yatak olmuş ilaç şişeleri ve enjektör kutularına ne demeli. Hepsi kendi aleminde. Yaşlı eczacı gözlüklerini burnunun üzerine indirip baktı onlara.  Başıyla oturduğu yerden selam verdi.

Bir sokak, bir sokak daha, yürüseler İcadiye’ de sokak da çok, selam verecek esnaf da. Hiç birine uğramadan Yanık Mektep Sokağı’nın köşesine geldiklerinde yıllardır köşeden ayrılmayan çiçekçi sepetinde son kalanları gazete kâğıdıyla sarmalayıp, benden bunlar diyerek eline tutuşturuverdi. Geveze manav Sadık Efendi’yi sonbaharın habercisi kestane ve kocayemiş sepetleriyle baş başa bırakıp yürümeye devam ettiler.

Artık eve dönsek; lüfer almıştım vapura binmeden, seversin sen. Geçerken bostana uğrayalım da ne kaldıysa yeşillik alalım.

Mangalı da yakar mıyız… Ya tahin helvası?

Alışverişi keyifle tamamladılar. Eve çıkan merdivenleri tırmanmaya başladılar. Merdiven uzun, yokuş dikti. Sağlı sollu sokaklarla bölünen bu merdivenli sokağa arkadaşı İnci’nin adını verilecekti sonradan. Ayakları onu evin ters yönündeki sokağa sürükledi yine. Yanındakini de mecburen. Az ileride solda sık sık vitrininin önünde durup seyre daldığı o dükkan vardı. Masal dükkanı gibiydi. Adı üzerindeydi. ”Evvel Zaman İçinde” Sahibesi Matmazel Rozita onları görünce gülümsedi, kapatıyorduk beyim ama bir isteğiniz varsa… Sanki yüzyıllar öncesinden bir prensesin giyip bıraktığı gelinliğe bir kez daha hayran hayran baktı.  İpekle dantelin aşkından oluşmuş volanlarını bir kez daha zihnine yerleştirdi.

Az sonra evin köşesindeki basamaklardaydılar. Yüreği hop ediyor, heyecanı korkusuna karışıyor, ağzı kuruyordu. Kesindi; şimdi ellerini beline dayamış kapıda bekliyor olmalıydı. Yine azarın büyüğü gelecekti.

Demeye kalmadı…

-Ah, ah! Ben bütün gün dikiş makinesinin başından kalkmayayım,  size daha iyi bir gelecek olsun diye çırpınayım.Ya sen! Sen ne yaptın… Merdivenleri bile silmeden, üstelik kovayı da devirerek çık git. Çabuk, çabuk ol, önce merdivenler sonra doğru mutfağa!

– “Hoş geldin” yok mu hanım?

–  Hoş geldin bey, hoş geldin de, vapur geleli nice oldu, neredesiniz siz Allasen? Oğlan da daha ortada yok, kim bilir nerede takıldı.

–  Haydi içeri girelim gelir şimdi. Balık aldık bak.

Tahta bezi basamaklarda bir ileri bir geri ağır ağır sürünürken Kuzguncuk’ta güneş yine usulca batmıştı.