EYÜP

Fotoğraf açıklaması yok.

– Cuma bugün, beyim. İşin yoğun olur. Yardıma geleyim seninle istersen. Üstelik bu sabah karne alacak çocuklar. Öğlene burası ana baba günü olur.

-Doğru dedin hanım, gel vallahi. Birazdan çocuğunu kapan soluğu Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesinde alır. 

– Hazretin karneye ne yararı olacaksa! Senin çocuğun dersine çalışmamışsa Hazret ne yapsın değil mi? 

-Aman canım her neyse bize iş çıksın da. Gerisini boş ver. Hem zaten çoğu zaman gelirken çocuklarını da gezdirmek için alır yanına. Bak, gör sen şimdi, bugün meydandaki esnafın da yüzü güler, biliyor musun? Çocukların en sevdiği şu pamuk şekerler, kağıt helvalar hep orada. Bozacısı, macun şekercisi, simitçisi sabahtan yerleşmişlerdir yerlerine. Hadi hadi, oyalanma. Vakit geçirmeden biz de dükkanın başına gidelim erkenden. Depodan biraz da oyuncak çıkartırım ön tarafa bugün.

– Az dur hele, sen depo deyince hatırladım. Geçen hafta şu uzaktan gelen hanımları bildin mi? Hani paşminalarımızı çok beğenip topluca alıvermişlerdi. Hah işte onlar. Bugün arkadaşlarıyla tekrar geleceklermiş. Resim mi çekeceklermiş, röpörtaj mı edeceklermiş ne.

Şu Hürrem Sultan’ın kaşıkları var ya, hani bizde olmayanlardan. Onlardan getirirseniz sizden alırız dedilerdi. Bizim Fatma’nın tezgahına uğrayayım, bir iki kutucuk olsun alayım. Bak millet bu kaşıkların peşinde. Tezgahlar “yok” satıyor, bey.  İnat etmesen da biz de koysak dükkana. Ne yapalım kadın günahkarsa .Sanki Hürrem kaşığını satınca onun günahlarına ortak olacağız…

-Hanım, hanım, sus! Sabah sabah günaha sokacaksın insanı. Anma şu günahkar yılanın adını demedim  mi sana kaç kez. Sinirlerimi oynatma cuma cuma. Ondan gelecek para gelmez olsun. Görmedin mi daha geçen akşam neler etti haremde. Kaç günahsızın kanına girdi aşifte?

– Tamam beyim, tamam, sen sinirlenme. Ama bana da kulak ver bir kez. De bana, Allah’ını seversen, şu Zemzem suyu diye sattıklarımızın sahte olmadığını ne biliyoruz? Sen orada mıydın doldurduklarında? Gördün mü gözünle? Okunmuş tesbih diye dizdiğin boncuklara  ne demeli? Ya da şu her derde deva süslü püslü yazılarla tezgaha koyduğun o sabundu, ottu ney. Yok zayıflatırmış, yok kısırlığa çareymiş, yok efendim kellere merhemmiş. Hani niye hala saçın çıkmadı beeeey?  Yani onlar para ediyorsa varsın Hürrem’in kaşıkları da etsin diyorum.

-Kıs sesini, kıs. Tepemin tasını attıracaksın sen bugün. Durmadı çenen sabah beri. Şeytan diyor, git şu musibet karının kaşıklarını satanları zabıtaya şikayet et. Tööövbe, töövbe estağfurullah. Hatuuun, bak abdestim kaçtı sayende. Gene geç kalacağız dükkana.

-Sustum, sustum. Ama bilesin bugün o kadınlar gelecekler,  kaşıkları soracaklar. Senin satmak istemediğini mi söylerim artık daha ne söylerim Allah bilir. Hele başlarında bir tanesi vardı, saçları havuç gibi olan, pek bilmiş, çenebaz biriydi. Alimallah! Onun diline düşersen karışmam ha. Esnafa rezil olursun. Zaten reklamı neyi unut, onlar Hürrem kaşığı satan başka birini nasılsa bulurlar.

– Elimden bir kaza çıkmadan çık git Fatma’ya mı, kime gideceksen. Ben görmeyeyim aldıklarını, gizliden verirsin artık. Zinhar kasaya girmeyecek aldığın para, ona göre. Görüyor musun şu aşiftenin ettiğini, taa oralardan buralara yetti de, bizim aramıza bile girdi. Bir de kaşıklarını satsam kim bilir neler olacak. Töövbe, tövbe!

Reklam

BALAT

BEN, BALAT – Işıl Ertunç 2013 -İstanbul

Yirmi birinci yüzyılda ben Balat.

Koskoca İstanbul’un itilmiş, kakılmış, örselenmiş, doldurulmuş, boşaltılmış, yakılmış, yıkılmış, unutulmuş, hatırlanmış semti.

Ben Balat.

İnişli çıkışlı daracık sokaklarıyla, mini mini cumbalı renk renk eski evleriyle, camii, kilisesi, sinagogu, patrikhanesiyle, işkembecisi, kahvehanesi, meyhanesiyle, tarihi geçmişi, umutsuz geleceğiyle bir dünyayım Ben Balat.

Bugün havanın soğuğuna ve yağmura aldırmayan bir gurup kadın, sabahın erkeninde istila ettiler sokaklarımı. Kimi postallarıyla, kimi topuklu çizmeleriyle çiğnediler beni. Bütün sırlarımı bir bir öğrenmek için didik didik ettiler. Saatlerce gezdiler bir aşağı bir yukarı. Ellediler her yerimi, duvarlarımı, ahşabımı, taşımı, kapımı, ağacımı. Yetmiyormuş gibi fotoğraf karelerine hapsettiler beni önümde poz vererek mankenler gibi. Tarihimin bekçisi Kırmızı Mektep’in merdivenlerinden çıktılar, bana bir de oradan baktılar. Aralarında konuşulanlardan duyduğuma göre: Bakarken yükseklerden Haliç’e kimi kendini Macaristan’da zannetti, kimi Romanya’da kimi de bir başka masal ülkesinde. Daha bu hayal dünyasından çıkmadan kendilerini Patrikhane’de buldular. Huşu içinde dualar edildi, mumlar yakıldı, dilekler dilendi. Bacalardan yayılan yanmış odunun kokusunu içlerine çektiler. Yağmur engel olamadı bu inatçı kadınlara. Bulgar kilisesi, ayazmalar, görülmedik yer bırakmadılar. Bir yüzyıldan diğerine hayali yolculuklar yaptılar. 

Yalnızca gezseler gene iyi, ama insanoğlu bu, illaki müdahele edecek yaşantıma. Merak ve öğrenme istekleri bitince hayaller, arzular ve niyetler zihinlerini kurcalamaya başladı. Kulak verdim konuşmalarına. Kimi beni bir sanat ve kültür merkezi olarak hayal etti, kimi meyhaneler ve restoranlar semti ilan etmekten söz etti, kimi de tamamen turizme açmayı teklif etti. İyi ki aralarında bir müteahhit yoktu da bütün semti yıkıp gökdelenler dikmeyi teklif etmedi.

Kimse bana sormadı ne istediğimi. Oysa dikkatli baksalardı görebilirlerdi, sakinlerimin “Evime dokunma!” “Dükkanıma dokuma!” uyarılarını. Cumbadan cumbaya yapılmakta olan kadın sohbetlerine kulak verselerdi, belki hissedebilirlerdi insanlarımın endişelerini.

Beni duyabilselerdi eğer, derdim ki onlara “Beni ellemeyin, hayallerinizde bile ellemeyin! Bana olan olmuş, bari daha ileri gitmeyin! Göçe zorlananları geri getiremezsiniz, bari onların benimle ilgili anılarına saygı duyun ve beni daha fazla incitmeyin. Sadece yalnızlığımın hüznünü paylaşın, yeter!”

Siz, bu eşi benzeri olmayan şehrin insanları! Unutmayın ben Balat’ım. Yüzlerce yıl önce  olduğu gibi Müslüman’a da Yahudiye’ de Rum’a da yer var benim gönlümde.

Yeter ki siz izin verin.

Veda /Haydarpaşa

2012/ İstanbul’u yazıyorum arşivimden

Cebimde Haydarpaşa Garı’ndan  Ankara’ya yapılacak son tren seferinin bileti. Karaköy’den  bindiğim şehir hatları vapuru yeni. Eskilerine benzetilmiş.

Kış güneşinin sıcacık davetine uyarak açıkta oturuyorum. İnce belli bardakta gelen tavşankanı çayıma eşlikçi simidimi martılarla paylaşarak  kısacık  yolculuğumun tadını çıkartıyorum. Mendireğe girerken vapurun arka tarafına geçiyorum. Eskisi gibi pervanelerin suda bıraktığı köpüklü yolu izliyorum. Aniden yanımda beliren kırmızı paltolu beş altı yaşlarında küçük bir kız çocuğu, heyecanla sesleniyor,

-Anne, baba! Bakın, balıklar yine çamaşır yıkıyorlar.

Ses hiç de yabancı değil. Bir anda gözden kaybolan kızı tanıyor gibiyim.

İskeleye yanaşırken, son yangında aldığı yaraları henüz sarılmamış, belki de hiç sarılmayacak tarihi gar bütün heybetiyle karşıma çıkıyor. Vapur sayısız Türk Filmi’nin çekildiği o merdivenlerin önüne yanaşıyor. Kalabalık bir basın ordusu şimdiden garı istila etmiş bile. Sırtlarında kameralar, ellerinde mikrofonlar. Durdurabildikleri  genç, yaşlı herkesi anlamsız sorularıyla meşgul ediyorlar.

-Hızlı tren için yapılan bu değişikliği nasıl buluyorsunuz?

-Sizce şehirlerarası seferler söylendiği gibi rayların onarımı için mi kaldırılıyor?

-Kardeş, gardan artık sadece banliyö trenleri kalkacakmış, bu konuda bir şey söylemek ister misin?

-Hızlı tren için yapılan bu değişikliği nasıl buluyorsunuz?

-Teyzeciğim, Haydarpaşa Garı yıkılıp otel olursa iyi olur mu?

-Amcacığım, sen bundan sonra memlekete trenle gidemeyeceksin. Ne diyorsun bu duruma?

– Buraya yedi yıldızlı otel yapılacakmış. Sizin bu konudaki fikrinizi alabilir miyiz?

-Sizce hızlı tren yararlı olacak mı?

Garın  geleceğinden gerçekten endişe eden kalabalık bir grup protestocunun ve sadece merakından garı doldurmuş  insan güruhunun arasından güçlükle sıyrılıp,

Aynalı bekleme salonunda biraz soluklanıyorum. Salonun işlemelerle süslü duvarında Atatürk’ün demiryollarının önemini vurgulayan özlü sözleri asılı. Kaybolmasından endişe ettiğim birçok şey var bu binada. Tıpkı bu yaldızlı çerçeve gibi. Gözüme çarpanları  bir bir fotoğraf makineme hapsederken içim cız ediyor.

Çocukluğumdan kalan Ankara seyahatlerimin anılarına hürmeten yapacağım bu veda yolculuğuna daha dolu dolu iki saatim var. Niyetim gar binasının her köşesini bir kez daha görmek.Yarın burada sadece banliyö yolcularının aceleci ayak sesleri duyulacak. Bugün garı doldurmuş yüzlerce insana son kez hizmet eden yaşlı büfeci yarın emekli olacak. Nostaljik berberin camındaki tabelada yarın “kapalı” yazacak.

Gar Lokantası’nda kahve içeceğim son kez. Kadıköy’ü görebildiğim kocaman pencerelerden birinin önünde, güneşin iyice ısıtmış olduğu bir masaya yerleşiyorum. Denizin lacivertiyle martıların beyazını kıskanmış basit ekose masa örtüsüne dokunuyor, duvarları kaplayan çinileri, içinde kim bilir ne yaşanmışlıkların olduğu fotoğrafları seyrediyorum. Oldum olası gar ve liman lokantaları ilgimi çeker. Hızla değişen hayatımızda durağan bir yere sahip olan bu mekanların, sık yenilenmeyen menüleri, eskiye sahip çıkan dekorasyonlarıyla, anılarımıza hiç ihanet etmediklerini hissederim.

Düşüncelere dalmış kahvemi yudumlarken kırmızı paltolu kızla göz göze geliyoruz. Dudaklarında tanıdık bir gülümseme.  Yakınımdaki bir masada anne ve babasıyla birlikte. Resim yapıyor sessizce. Yanlarından geçerken göz ucuyla bakıyorum resme. Kırmızı bir tren. Penceresinde bir kız el sallıyor.

Emektar garsonu bir daha görür müyüm bilmem. Cebine yılların bahşişini bırakıp hemen yandaki tuvalete yöneliyorum. Kapı girişine konuşlanmış temizlikçi kadın elini beline atarak önümü kesiyor.

-Hop, hoop, para peşin!

Sesi de kendi de nemrut. Belli, o da yakında tamamen işsiz kalacağının öfkesini böyle gösteriyor. Yine de bu halini hiç sevmiyorum.  Çantamdaki bozukluklardan çıkartıp kutusuna atıyorum. Geçerken lokantanın camlı kapısından içeriye bakıyorum. Küçük kızın oturduğu masa boş.

Peronların önü şimdi ana baba günü. Kimi Anadolu’dan gelecek son treni bekliyor, kimi de  getirdiği yolcusunu vagonlara yerleştirmek için acele ediyor. Bu kalabalıktan istifade  simitçi, sucu, gazeteci ve diğer işportacılar bağıra çağıra sağa sola koşuşturmakta. Hepsi bu günden payına düşeni alma derdinde. Bir grup işsiz güçsüz takımı da bavullarını taşımakta zorlananlardan kopartacakları bahşişin peşinde.

Ankara Ekspresi yıkanmış, paklanmış, son seferi için kalkış saatini bekliyor.  Saçlarını bu yollarda ağartmış makinistler gibi o da emekliliğine hazır. Ne yazık ki onun emekli ikramiyesi, ya Doğu’da bir yerlere sürgün, ya da bir traş makinesine jilet olmaktan öteye geçmeyecek.

Kompartımanımı ararken onu görüyorum. Cam kenarına oturmuş. Resim defterinden başını kaldırmıyor. Sessizce yanaşıyorum. Resimde yine bir tren var. Bir de tonton mu tonton, şişman mı şişman ellerini göbeğinin üzerine yaslamış bir adama doğru kollarını açarak koşan küçük bir kız çocuğu. Geldiğim gibi sessiz ayrılıyorum yanından.

Tren kondüktörün uzun uzun çaldığı düdükle hareket edince yerimden kalkıp eskisi gibi pencereden dışarıya sarkıyorum. Garda kalan tanımadığım bütün insanlara el sallıyorum. Lacivert, kırmızı boyalı vagonlar yaşlı teyzeler misali iki yana yalpalaya yalpalaya ilerlerken İstanbul’dan ayrılışımızı buğulu gözlerle izliyorum.

 Yol boyu camdan dışarıya bakıyorum. Gördüklerim, görmek istediklerim değil. Yemyeşil tarlalar arasından göz kırpan minicik köyler, gürül gürül akan ırmaklar, güler yüzlü insanlar, koyunlar keçiler eskimiş anılarımda kalmışlar.

En taze anımsa Pamukova İstasyonu’na girerken yüreğimi dağlıyor. İlk hızlı tren seferi. Tam burada  yaşanan o elim kaza. Hayatını o vagonda kaybeden arkadaşım ve geride bıraktığı ailesi beliriyor gözümün önünde. Yaşlar istemsizce yüzümü yıkıyor. Minik bir el gözyaşlarımı silmeye çalışıyor. Kırmızı paltolu kız. Üzüntümün soğuttuğu yüreğime bir sıcaklık yayılıyor. Bu kez bırakmak istemiyorum. Ona doğru uzanıyorum. Gitmiş.

 Tren yoluna devam ederken vagonlar sallanan birer beşik.

Uykum geliyor.

 Uyuyorum.

 Uyanıyorum.

Ankara karlar altında.

Garda bekleyenim yok anılarımdan başka.

Telaşla toparlanmaya çalışırken, çantam açılıyor.İçindekiler yere saçılıyor; resim defterim,  boya kalemlerim.

Çengelköy

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: cengelkoy.jpg

 “Burgazada’ya Niyet Çengelköy’e Kısmet!”

Olsun…

Her ne kadar İstanbul’u Yazıyorum grubumuzun mayıs ayı gezi rotası aylar öncesinden Burgazada’yı göstermiş olsa da doğa habersizce kendi takvimine 24 Mayıs 2013’ü “Şiddetli lodos fırtınası” olarak kaydetmiş bile.

Bir gece öncesine kadar,  Sait Faik’in anılarıyla dolu evini, adanın  mor salkımlı sokaklarını ve ünlü vişneli milföyünü hayal eden, ne yağmura, ne kara, ne de kavurucu sıcağa pes etmeyen biz İstanbul yazıcıları bu defa güneybatıdan esen o sert rüzgara yenik düşmüştük.

Olsun…

B Planımız hemen devreye giriverdi ve rotayı Çengelköy’e çevirdik. Oysa, ne Tarihi Çınaraltı Kahvesi’nin hafta sonu yorgunu garsonları, ne de tarihi Çengelköy simit fırını geleceğimizden haberdardı.

Olsun…

Yine de gelsin tavşan kanı çaylar, yağlı sokak poğaçaları, gevrek simitler. Oturduğumuz masaya eklenen bir masa , derken bir daha, bir daha. Kalabalıkla edilen neşeli ama sade bir kahvaltı. Ardından bize kucak açan daracık ama şirin Çengelköy Sokakları. Evlerin çoğu henüz üzerini değiştirmeye fırsat bulamamış, yıllanmış bir pavyon şarkıcısı gibi çırılçıplak ortada kalıvermiş. Üzerlerini değişebilenlerse oldukça kıymete binmiş, el değiştirmiş, sınıf atlamışlar.

Olsun…

Sokak desem değil, çıkmaz desem o da değil, olsa olsa bir aralığın adı olacaktı “Meserret”. Çalılarla kaplı bir bahçe duvarına öylesine iliştirilmişti bu tabelacık.  Erken karar vermişim. Meğer neredeyse bir mahalleyi çepeçevre dolanan upuzun bir sokağın, dahası bir de kocaman apartmanın adıymış “Meserret”.  Herhalde anlı şanlı bir kadınmış bu Meserret hanım. Adı gibi mutlu mesut muydu acaba? Yoksa hayata küskün dertli bir hatun mu?

Bir köşede mahalle berberi, diğerinde küçük bir bakkal, bir sokakta kunduracı, diğerinde eski elektrikli aletler tamircisi. Mahalle olur da evden eve gerilen iplere asılan çamaşırlar, camlardan sarkan meraklı başlar, fısır fısır  dedikodular olmaz mı?

Olsuuun…

Çengelköy’de bunların hepsi var.

Ancak semtin sokaklarını birbirimizden ayrı gezmemize ve buluşma noktası belirlememiş olmamıza rağmen bizi mıknatıs gibi kendine çeken, yok yooook, adeta kollarını açmış bekleyen bir mekan var ki. İnanılmaz. Birkaç titrek fırça darbesiyle “Hurma 6” yazılmış bir de ağaç resmedilmiş tabelasına. Kapı önünde bu küçücük kahveye davet çıkartan mavi tahta sandalyeler, daveti geri çevirmeyip başını kapıdan uzatanlara sunulan huzurlu bir ortam. İç içe geçmiş, mini minnacık odacıklar. Araya sıkışmış bir mutfak köşesi. Antikacı dükkanını aratmayan objelerle süslenmiş raflar, duvarlar. Eskicilerden toplanıp yenilenmiş mobilyalar. İnsanda oturup yazma isteği uyandıran rahat koltuklar. Okumak isteyene kitaplar. Beni anneannemin evine girmişim gibi hissettiren daha bir çok şey. Sohbeti koyu yazar bir baba ve sanatçı çocukları. Niğde gazozu. Türk kahvesi. Nefis ev yemekleri.

Daha ne olsun…

Kalemler defterler çıkmış Çengelköy kalemlerimizin ucunda. Zeki Müren’in eşsiz sesi duyuluyor duvarda asılı duran çocukluğumun radyosundan. 

“O ağacın altını şimdi anıyor musun?”

Düşünüyorum; acaba o ağaç Çengelköy’ün asırlık çınar ağacı olabilir mi?

Olsuun…

24 Mayıs 2013 Çengelköy

Bir akşam üzeri yine Kuzguncuk’ta güneş battı / 2011 İstanbul

Üsküdar İskelesi’nden kalkan geminin kaptanı  “Geliyorum çımacı hazır et halatı” dercesine bir düdük çaldı. Tüm Kuzguncuk duydu. O da. Epeydir kulağı kirişteydi zaten. Tahta basamakları isteksizce sildiği bezi kenara itti. Sabunlu merdivenlerden akarken ellerini önlüğüne sildi, sağına soluna bakmadan evden fırladı. Hızla sağa döndü; iki adımda köşedeydi. Sokağın merdivenlerini birer ikişer atlayarak inmeye başladı. Son basamağa geldiğinde nefes nefeseydi. Koşmaya devam etti. Hızını alamayınca Kuzguncuk Eczanesi’nden çıkan Ayşe Hanım teyzeyle çarpışıverdi.

Hay aksi… diye geçirirken içinden.

Teyzeciğim kusura bakma, vapura yetişecektim de. Yardım edeyim sana. Cümlesi döküldü dudaklarından. Dağılan ilaç paketlerini topladı. Yaşlı kadının koluna girdi, evine kadar ona eşlik etti.

Geç kalıyordu, hızlandı. Yeni açılan balık lokantasının önünden geçerken gözü camekândaki görüntüsüne takıldı. Hiç beğenmedi. Saçları dağılmış, koşarken üstü başı karışmış, bütün vücudu ter içinde kalmıştı. Usulca saçlarına şekil vermeye çalıştı. Çiçek desenli elbisesini elleriyle çekiştirerek düzeltti. Son görüntüsünden de pek hoşnut olmadıysa da artık yapacak bir şey yoktu. Yüzüne bir gülücük ekledi, yine büyük adımlarla yoluna devam etti. Tam trafik ışıklarına yaklaşmıştı ki sinagogdan çıkan kara cübbeli hahambaşıyla burun buruna geldi. Hahama nasıl selam vereceğini bilemedi. Bir adım geri çekilip başını öne eğdi. Yüz aşinası olan hahambaşı omuzuna dokundu. Ağzında bir şeyler geveleyip uzaklaştı. Kulağında anlamını anlayamadığı kelimeler, zihninde iskeleye yanaşmakta olan vapur, kendisini caddeye atıverdi. Bisikletli bir çocuğu ıskalayarak karşıya geçti. İsmet Baba’nın balıkçı dükkânının önüne yayılmış tok evin aç kedisi Tekir yolunu kesti. Dayanamadı. Eğildi kucağına aldı.  Amma da şişmanlamış bu, yoksa yakında mahallemizin tekir kedi nüfusu artacak mı? diye düşündü. Sevilmekten memnun iyice gevşeyen hayvanı ensesinden okşayıp yavaşça yere bıraktı.

İskeleye vardığında vapur dağılmaya başlamıştı bile. Gözleriyle arandı. Önce Eşref Amca’yla Osman Amca’yı gördü. Derken Mösyö Agop’u, kolunda Avrupalı yeni eşiyle. Şık giyimi, yüksek ökçeli ayakkabıları, başında şapkası yine göz kamaştırıyordu madam. Boşuna Avrupalı demiyorlardı ona. Saçları hep mizamplili, elleri bakımlı, ojeliydi.  Bir an kendininkilere baktı. Sakladı eteğinin kıvrımları arasına sonra.

Gözlerini ellerinden aldığında gördü onu…  İçi ılındı yine. Yorgun görünüyordu. Yaklaştı, elindeki paketlerin birini aldı. Diğerine de uzandı. O bırakmadı. Usulca eğilip yanağına bir öpücük kondurdu. Boş kalan elini avucuna aldı.

İskeleden birlikte çıktılar.

Yürüdüler evin yolunu ağır ağır.

-Hiç eve gidesim yok, hava da ne güzel azıcık dolaşsak mı?

Neden, bir şey mi oldu evde?

-Hiiiiç, öylesine işte.

Elini sıktı yanındaki. Bu, itiraz etmiyorum demekti.

Sağ kaldırıma geçtiler. Daha geçenlerde açılan kocaman tabelalı fırından mis gibi kokular geliyordu. Fırıncı üzerleri ay çekirdeği ile süslenmiş bagetleri vitrine dizmekteydi. Göz ucuyla bir o süslü vitrine bir de karşı kaldırımdaki yılların ekmek fırınına baktı. Salih amca kapının önündeki taburesine oturmuş, vitrinde sıcak somunlar akşam müşterilerini bekliyordu. Salih amca onları görünce hemen kalktı; en gevreğinden bir tane seçti. Anında bagetler unutuldu

Yürüdüler. Köşedeki Sitare Restoran’ın önündeki masalar şimdiden dolmuştu. Sitare ne güzel isimdi. Bir yıldızın adıymış. Ah, bir kez burada yemek yiyebilsek diye geçirdi içinden. Geçende İnci’ yi burada kalabalık bir gurupla beraber içki içerlerken görmüştü. Şarapmış içtikleri, hem de sıcak şarap, portakallı tarçınlıymış tadı. Öyle anlatmıştı arkadaşı.

Deniz Eczanesi’nin önünde durakladılar. Halim amcanın meşhur kedileri, burası eczane mi yoksa veteriner mi dedirtircesine yine vitrine yayılmışlardı. Ya şu kedilere yatak olmuş ilaç şişeleri ve enjektör kutularına ne demeli. Hepsi kendi aleminde. Yaşlı eczacı gözlüklerini burnunun üzerine indirip baktı onlara.  Başıyla oturduğu yerden selam verdi.

Bir sokak, bir sokak daha, yürüseler İcadiye’ de sokak da çok, selam verecek esnaf da. Hiç birine uğramadan Yanık Mektep Sokağı’nın köşesine geldiklerinde yıllardır köşeden ayrılmayan çiçekçi sepetinde son kalanları gazete kâğıdıyla sarmalayıp, benden bunlar diyerek eline tutuşturuverdi. Geveze manav Sadık Efendi’yi sonbaharın habercisi kestane ve kocayemiş sepetleriyle baş başa bırakıp yürümeye devam ettiler.

Artık eve dönsek; lüfer almıştım vapura binmeden, seversin sen. Geçerken bostana uğrayalım da ne kaldıysa yeşillik alalım.

Mangalı da yakar mıyız… Ya tahin helvası?

Alışverişi keyifle tamamladılar. Eve çıkan merdivenleri tırmanmaya başladılar. Merdiven uzun, yokuş dikti. Sağlı sollu sokaklarla bölünen bu merdivenli sokağa arkadaşı İnci’nin adını verilecekti sonradan. Ayakları onu evin ters yönündeki sokağa sürükledi yine. Yanındakini de mecburen. Az ileride solda sık sık vitrininin önünde durup seyre daldığı o dükkan vardı. Masal dükkanı gibiydi. Adı üzerindeydi. ”Evvel Zaman İçinde” Sahibesi Matmazel Rozita onları görünce gülümsedi, kapatıyorduk beyim ama bir isteğiniz varsa… Sanki yüzyıllar öncesinden bir prensesin giyip bıraktığı gelinliğe bir kez daha hayran hayran baktı.  İpekle dantelin aşkından oluşmuş volanlarını bir kez daha zihnine yerleştirdi.

Az sonra evin köşesindeki basamaklardaydılar. Yüreği hop ediyor, heyecanı korkusuna karışıyor, ağzı kuruyordu. Kesindi; şimdi ellerini beline dayamış kapıda bekliyor olmalıydı. Yine azarın büyüğü gelecekti.

Demeye kalmadı…

-Ah, ah! Ben bütün gün dikiş makinesinin başından kalkmayayım,  size daha iyi bir gelecek olsun diye çırpınayım.Ya sen! Sen ne yaptın… Merdivenleri bile silmeden, üstelik kovayı da devirerek çık git. Çabuk, çabuk ol, önce merdivenler sonra doğru mutfağa!

– “Hoş geldin” yok mu hanım?

–  Hoş geldin bey, hoş geldin de, vapur geleli nice oldu, neredesiniz siz Allasen? Oğlan da daha ortada yok, kim bilir nerede takıldı.

–  Haydi içeri girelim gelir şimdi. Balık aldık bak.

Tahta bezi basamaklarda bir ileri bir geri ağır ağır sürünürken Kuzguncuk’ta güneş yine usulca batmıştı.