BABAMA MEKTUP

20 Haziran 2021 Yokluğunda eksik kaldıklarım ve sana söyleyebileceklerim yine bunlar canım babacığım,

BABAMA MEKTUP—(2015 Etiler –İstanbul)

Canım babacığım,

İyi ki sana bu satırları yazarken hayattasın  ve iyi ki hastalığına rağmen hala beni tanıyorsun.

Keşke bu yazdıklarımı sana ağlamadan okuyabilseydim.

Keşke, okuduklarımın hepsini anlayabilseydin.

Keşke, keşke şu çaresiz derde düşmeseydin.

Keşke, torunların gibi torun çocuklarını da Eminönü’ne kuşlara yem vermeye götürebilseydin

Keşke onları da senin dizine oturtup, “Babamız Atatürk” kitabını birlikte okuyabilseydin.

Keşke babacığım, onlara da ilk İngilizce sözcüklerini sen öğretebilseydin…  Aynen bize öğrettiğin ve hala teklemeden söyleyebildiğin gibi.

“ One, two, three, four, five, Tom got a fish alive and than, one, two, three, four, five, Tom let it again”

Öğrenmek deyince;

Senden ne çok şey öğrendim,..

Senden öğrendim, okula gitmeden okumayı, hesap yapmayı.

Senden öğrendim, yaz tatillerinde senin hazırladığın matematik problemlerini çözmeyi. (Malûm, o zaman test kitapları yoktu, Nüvit Bey’in hazırladığı ödevler vardı. Resimli Bilgi, Hayat Ansiklopedisi, Doğan Kardeş bir de Babamız Atatürk kitabı vardı.)  

Senden öğrendim kaça kaç oynamayı. ( Amacın oyunla matematik öğretmekti.)

Senden öğrendim, çocuklarımın ödevlerini kontrol etmenin gerekliliğini.

Senden öğrendim, küçük yaşta çocuklarımı sinemaya, tiyatroya, konserlere taşımayı, söz konusu eğitim olunca elde avuçta ne varsa harcamayı.

Senden öğrendim, kitap sevgisini, disiplinli çalışmayı, düzenli olmayı. Senden öğrendim, düşene dost olmayı, paylaşmayı.

Senden öğrendim, dibine kadar dürüstlüğü.

Senden öğrendim, olanla yetinmeyi. Çok ama çok büyüyene kadar da şikâyetçi olmadım bundan. Şimdi, şu koca dünyanın dişlileri arasından ezilmekten kurtulmaya çabalarken, bu konuda sana benzediğim için biraz pişmanım canım babacığım. Keşke daha fazlasını istemeyi, keşke bu kadar susmayı değil de hakkımı aramayı öğretseymişsin. Belki o zaman sadece veren olmaz, verdiğim kadar almasını da bilirdim. Belki o zaman çalışma hayatında bambaşka yerlerde olabilir, daha fazla  kazanırdım. Hoş, kime söylüyorum? Sen parayı hiç sevmedin ki. Fazlası adamı bozar dedin. Aslında, ben de parayla bir türlü barışık olamadım. Ne zaman elime biraz fazlası geçse, ya çaldırdım, ya düşürdüm, ya da birinin ihtiyacını gördüm. Ama ne yazık ki elime geçeni senin gibi kara gün dostu yapamadım. Sen, önceleri annemin dışarıya dikiş dikmesini hiç istemez, gururuna yediremezdin. Ama iş kardeşimle benim kolejde okumamıza gelince buna da göz yumdun. ( Sahi babacığım nasıl yatmıştın Alman Lisesi’nin kapısında sabaha kadar kayıt günü sıramı başkasına kaptırmamak için…)

Ondan sonra babacığım…

 “on bir

Senden öğrendim soframıza gelen nimetin kıymetini bilmeyi, senden öğrendim tek bir pirinç tanesinin değerini ve önüme konan her şeyi sevsem de sevmesem de reddetmeden yemeyi ve tabağımı sıyırmadan masadan kalkmamayı. (Bu yüzden mi acaba, bugün bile aman atılmasın diye evdeki bütün kalıntıları yiyip bitirmek bana düşüyor.)  

Çocukluğa adım adım yaklaştığın şu günlerde, ne zor oluyor bilsen önünden tatlı tabağını kaçırmak. (ne yemene kıyabiliyoruz,  ne yememene) Sofrada her şey yenir, itiraz yok diyen sen, nasıl oldu da şu şeker denen illete yakalandın. ( iyi ki yaşlılık şekeri bu) Yemek saati gelince nasıl da inatlaşıyorsun annemle. (Hoş zaten epeydir ciddi ciddi didişiyorsunuz ya) O sana ‘annelik’ yaptıkça, sen yaramaz, inatçı, aksi bir çocuk oluyorsun. Yemeğini yemen  için biraz zorlayınca da bazen canını bile yakıyorsun kadıncağızın. Sana hiç yakışmayan , senden görmeye alışık olmadığımız hareketler bunlar. Daha geçen gün sokak kapısının önünde yanaklarımı okşamasına alışık olduğum o tombul ellerinle beni nasıl da yumrukladın. ( Bunu yazdığımı bilmesen de olur aslında) İşte sana hiç yakışmayan bir hareket daha.  Senin o yaşlı, yorgun, yumuş, sevgi dolu ellerinden bana ne zarar gelebilir diye düşünmüş, izin vermiştim yumruklamana. Çabuk yorulursun sanmıştım. Hastalığının bu gibi hallerde sana deli kuvveti verdiğini unutmuştum. Affet babacığım, affet! Bırakamazdım seni  bir başına sokaklara, izin veremezdim, göz göre göre elimden kurtulup gitmene. Sen bağırdın, ben ağladım, duvar oldum kapıyla arana. Yedim yumruklarını. Sonunda dermanın kalmadı, pes ettin, yattın uyudun.  Merak etme canım moraran kolumun acısını unuttum gitti. Yüreğimin sızısıysa… Hiç sorma…

Bilmem hatırlar mısın? (Benimki de ne soru ya)… Altı yaşında olmalıyım. İnatçı bir süt dişim apse yapmış canımı yakıyordu. Nişantaşı’ndan tramvayla, Cağaloğlu’na diş doktoruna gitmiştik seninle.  Canımın acısından mı, o koltuğa oturmaktan korktuğumdan mıydı bilmiyorum, yol boyunca ağlamış, mızmızlık etmiştim. Herhalde seni çok utandırmış olmalıydım ki senden ilk ve son tokadı tramvayın orta yerinde yemiştim. Anında ağzıma kan dolmuş, o güne kadar çıkmamakta inat eden dişimi de bir güzel yutmuştum.  Belki hiçbir gün annemin bize kızdığı kadar kızmadığın için, belki de o gün ağzımdan boşalan kandan çok korktuğun için, ne bana ne kardeşime bir daha hiç el kaldırmadın.

Ondan sonra … 

on bir

Canımın içi, bir tanem, sen her zaman sırtımı güvenle dayayabildiğim biri oldun.

Keşke, keşke biraz daha cabbar, biraz daha girişken olabilseydin .

Keşke henüz çocuk denecek yaştayken bir kez kaza yaptın diye araba kullanmaktan vaz geçmeseydin. Belki o zaman, daha çok gezmeye gidebilirdik de annemin hayatı bu kadar sıkıcı olmazdı. Belki o zaman ben de daha cesaretli olur, bisiklete de biner, araba da kullanabilirdim.

Keşke, atan sigorta, yanan ampul, bozulan ütü için hemen tamirciler çağırmasaydın da kendin bir şeyler yapmaya çalışsaydın…  Belki o zaman, annem bunlar gibi daha bir çok şeyi kendisi öğrenip yapmak zorunda kalmaz, sonra da “her şeyi ben yapıyorum bu evde ” diye sızlanmazdı.

Keşke babacığım gök gürültüsünden korkan annemi “ ver Allah’ ım ver” diyerek kızdıracağına onu yumuşacık kollarınla sarıp sarmalayarak sakinleştirseydin. (Oysa, adım kadar eminim ki, sen annemi çok ama çok sevdin ve hiçbir gün onun kılına zarar gelmesini istemedin.)

Ondan sonra babacığım…

on bir

Bize olan büyük sevginden bir an bile şüphe duymadığımız halde, kardeşim de ben de seninle aramızda hep annemi bulduk. Hep onun kendince haklı şikâyetlerini dinledik.  Onu rol model aldık. Seni bugün tanıdığımız kadar iyi tanıyamadık, seni ne kadar çok sevdiğimizi, dile getiremedik, babacığım. Bunun pişmanlığını içimden nasıl atacağımı bilemiyorum. Ancak, şükürler olsun ki tanrıma, bugün sana olan sevgimi rahatça bağıra bağıra söyleyebiliyorum.  Sen zaten sevgi dolusun. Diline üşensen de gözlerinle seversin. Bizi görünce yanaklarını uzatır öpelim diye beklersin.

Beni istemeye geldikleri günkü heyecanını, dilinin dolanmasını hatırladım şimdi. Bir türlü duygularını açık açık söyleyememiş, sadece; iyi ki kızlarım var, ya bir de oğlum olsaydı, vallahi ben gidip kız isteyemezdim, ne zor işmiş bu, demiştin. Eşim de, ben de hep kız çocuklarımız olsun diledik, öyle de   oldu. Acaba biz de biraz senin gibi, erkek çocuk yetiştirmenin sorumluluğundan mı çekinmiştik? İki erkek evladın var şimdi kızların sayesinde. İçin gider onlara, en az bizim kadar seversin. Üstelik saygı duyarsın. İstek onlardan gelince hiç itirazın etmezsin. Kibarsın, saygılısın. Küçük damatları dahi ayakta karşılamak istersin. Onlar da senin gibi biraz fazlaca dürüsttürler. Onlar da senin gibi esnafı korur, kimsenin hakkını yemezler. Bak şimdi bunu yazarken aklıma ne geldi; Mahalle bakkalımız Hüseyin Efendi( rahmetli oldu şimdi) seni pek severdi. Nasıl sevmesin ki… Her akşam koca bir sepet alışveriş yapar başkaları gibi veresiye yazdırmadan öderdin. Hele o yokluk ve zula günleri vardı ya işte o günlerin birinde bakkalı zabıta basıp yağdan pirince ne var ne yok ortaya dökünce evdekilere değil alışverişi dükkanın önünden geçmeyi bile yasak etmiştin. (Sırf adamı utandırmayalım, durumdan istifade etmeyelim diye) Bir gün olsun yüzlemedin rahmetliye yaptığı haksızlığı. Saflık mı, doğruluk mu bu, bilemedim be babacığım. Dünya, insanlar, her şey çok değişti, bir sen ve senin kuralların değişmedi.

Ondan sonra babacığım…

on bir”

İyi bilirdin İstanbul’u yürümeyi(yokluk zamanı yürünürmüş) Biz de birlikte yürüdük senin İstanbul’unu. Nişantaşı’ndan, Taksim’e ,Taksim’den Tünel’e. Tünel geçtik, Eminönü’ Ne için? Kuşlara yem vermek için. Sirkeci’ye gittik, trene binmek, Küçükçekmece’ye kasaplara gitmek için, Beyti’de pirzola yemek için, bazen dönüşte Bakırköy’e halama ziyarete gitmek için. Sonra rutin ezmelerimiz vardı. Cumartesi akşamları ailece Beyoğlu’na gider,vitrin gezer, Atlantik’te sosisli, İnci’de profiterol yerdik. Kombine biletimiz vardı; ya Emek, ya Yeni Melek’e. Sinemayı da sen sevdirdin. Pazar günleri ya Kanlıca’ da şekerli yoğurt, ya da Kavaklar’da midye tava.  Balık pazarını da et ve balık kurumunu da sayende öğrenmiştim.  Eğer yolumuz Sirkeci’ye düşmüşse, Kosta amcanın dükkânına giderdik.  Tanıştığınızda sekiz yaşındaymışsınız ve ikiniz de esnaf yanında  çalışıyormuşsunuz. Bir araya gelince anılarınıza dalar uzun uzun sohbet ederdiniz. Yıllar sonra İstanbul’a gelen yabancı konuklarımızı rehbersiz gezdirebilmemin temelini atan ilk günlerdi bu günler babacığım. Arkadaşlarım mahallelerinden başka yer bilmezken ben İstanbul’u bilmiştim. Yıllar sonra  yabancı konuklarımızı rehbersiz gezdirebilmemin temeliydi bu günler.

Ondan sonra…

“On bir”

Gözünü  giyim kuşam dünyasına açtığın için, piyasanın en iyilerini bilir bizi oralardan alışverişe götürürdün. Aldığımız şeyler eskimek bilmez, bir türlü atılamaz, ihtiyacı olanlara verilirdi. Gerçekten ihtiyacımız olan bir şeyin fiyatını hiç düşünmez, en kalitelisini almak için çaba sarf ederdin. Ayakkabılarım yeniyken çıkarttıkları gıcırtıyla gurur duyar, giymeden önce bir süre başucumda saklardım.( İnsan her mevsim sadece bir ayakkabıya sahip olabiliyorsa onları hiç unutmuyor. Hele hele siyah rugan, üzerinde kırmızı kirazdan süsleri olan bir çift siyah ayakkabım vardı ki…) Bakıyorum da;  senin bile bu yaşta  ne çok ayakkabın var. Kimi yazlık, kimi kışlık, kimi eskitilmiş, kimi sadece üç beş kez giyilmiş. Bir daha giyemeyeceğini bile bile saklanan, bir zamanlar yürüdüğün İstanbul’dan, senin yaşamından anılar taşıyan. Şimdilerde sadece bir çift terlikle bir çift geniş ayakkabı yetiyor kırk yılda bir sokağa çıkacağın günler için. Ah babacığım! Maalesef bir zamanlar elimizden tutup gezdirdiğin yerlere biz şimdi seni götüremiyoruz.  Sadece düz ayak çay bahçelerine, ya da restoranlara gidebiliyoruz.. Oralarda mutlu oluyorsun. Evdekinin aksine dışarıda yemek yerken hiç üzerine dökmüyorsun. Bir kere dışarı çıkınca hiç eve dönmek istemiyorsun. (Haklısın, ben olsam ben de istemezdim be tatlım.)

Daha on altı yaşında bile değilmişsin anneni kaybettiğinde. Birkaç yıl sonra da hakkında pek az şey bildiğimiz babanı. ( Annem üst üste doğurmaktan öldü der, sanki gizliden  gizliye babanı suçlardın) Halalarımın elinde büyümüşsün. Çok yokluk çekmiş yine de bütün kardeşler  yüksek okul mezunu olmuşsunuz. Okumayı çok sevdin bize de sevdirdin babacığım. Seksen beşine kadar elinden kitap düşmedi. Annemi kızdırmak pahasına olsun hep okudun. Bir gün kitabını ters tuttuğunda bir şeylerin ters gittiğini anladık. Ancak çok sonra kabul edebildik hastalığını.

Ondan sonra …

on bir”

Bugün , avuç avuç hapları yutup, uyumakla geçse bile günlerin  hala  her şeye  çok dikkat edersin;  kazara eteğimizin ucu kıvrılmış veya buluzumuz azıcık yukarı sıyrılmış olsun, hemen fark eder yanına çağırırsın, kendi ellerinle düzeltir sonra şekerlemene devam edesin. Sofradan kalkarken masa  örtüsünü bize silkelettirir, sonra da oturduğun yerde bir güzel katlarsın.  En ufacık çöp gözünden kaçmaz hemen atılmasını istersin. Aman be babacığım, ne gerek vardı bu kadar düzenli olmaya?  Bak biz de sana benzedik işte. Rahat vermiyoruz bir türlü ne kendimize, ne çevremize. Başını kaldır da bir bak be cancağızım, dünyanın düzeni kalmamış, değil eşyanın.

Çoktandır küskün gibisin.  Kime…  Bilmiyoruz, bilemeyeceğiz de. Sorsak, söylemezsin ki. Belki yaşadığın şu koskoca ömre, belki de, bu kadar yaşadıktan sonra aradığın huzuru bulamadığına, belki bize, belki anneme. Küskünsün, belki de hatırlamak isteyip hatırlayamadıklarına, ya da hazır her şeyi unutmanın rahatlığını yaşarken birden beyninin oyununa gelip, geçmişten minicik bir anıya takılmana. Oysa açılıp konuştuğunda, ” Ben buradayım ama kafam yok, ben yokum ” diyecek kadar durumunun bilincindesin. Yine de aklın fikrin, hayallerin ve rüyaların, yetmiş yıl gidip geldiğin, hâlâ sadakatle bağlı olduğun iş yerinde. Son yıllarda uyumak için bile olsa gittiğin, kimselerin sana karışmadığı, kalk oradan geç buraya, onu yapma, bunu etme demediği, evde bulamadığın huzuru bulabildiğin bir masan, bir koltuğun vardı ya. Şimdi bir fırsatını bulsan, o huzurlu yere gidebilecekmişsin gibi, gözün hep sokak kapısında. Bu yüzden canım, kapıdaki o kilit, bu yüzden sana yalan söylüyoruz babacığım, ne kadar zorumuza gitse de, ne kadar istemesek de.

Ondan sonra babacığım…

on bir gelir kızım

Canım babacığım, doksan dördüncü doğum gününde ‘iki numaranın, bir numarasından’  bir toruncuk daha geldi dünyaya. (Kızlarını ve torunlarını numaralandırmak ne kolay değil mi canım. İsimleri unutsan da sırayı asla şaşırmazsın sen)  Melis bebeği sen çok sevdin. O senin parçalı bulutlu,  sisli günlerine bir güneş gibi doğdu. Onu bir an önce görmek uğruna nefret ettiğin tekerlekli sandalyeye bile oturdun. Kucağına verdik, sarıldın. Poz verdin kameraya.  Ne içten gülümsemişsin o fotoğrafta. Ne çok sevgi var o ışığı sönmeyen gri gözlerinde.

O ışık sen isteyene kadar da sönmesin canım babacığım.

Seni her zaman çok ama çok seven ‘Bir numara

Reklam

Dürtü

Uykumun en derin yerindeyim. Biri beni dürtüyor. Ne oluyor, sen de kimsin ne güzel rüya görüyordum dememe kalmıyor, başlıyor vıdı vıdı söylenmeye… Vay efendim, ne zamandır hayal kurmayı bırakmışım da ne olmuş bana da ne kaleme uzanıyormuş elim ne klavyeye de… Varsa yoksa okuyormuşum da nereye kadarmış da mış mış mış…

Meğer gelen sevgili yazma dürtümmüş. Hayal kurmayı bırakınca onu da bırakmışım. Sabah sabah, daha ortalık aydınlanmamışken masa başına geçmemin nedeni bu işte.

Adı lazım değil şu musibet güzel dünyamızın ( sahi öyle miydi?) üzerine çöreklendiğinden beri ne kadar az yazdığıma bakılırsa söylenmekte haklı olduğunu kabul etmeliyim. Yoksa gerçekten hayal kurmayı bıraktım mı acaba, diyerek fırladım yataktan. Önce zihnimi kurcaladım sonra yüreğime baktım. Kısa bir meditasyon…. Cevap yine benden geldi.” Dur! Daha hayal edebileceğin bir şeyler var. küçük, büyük tüm ailen ve dostlarınla birlikte sağlıkla hayatta kalmak. Onlarla bir sofrada keyifle yemek yemek. Maskesiz, mesafesiz kucaklaşmak.

Şaşkınım. Ben bütün bunlar için her gün şükrediyordum. Şimdiyse…

Hayatta kalmanın hayalini kurma zamanı. Nasıl olacaksa… Şu mini minnacık şirin mi şirin (ayyy!) gözle görülemeyen kimine göre mor kimine göre mavi ya da kırmızı dikenli topçuğun:)) ne yapacağı bilinmezken, yer yerinde durmaz sallanır da sallanır sonra kocaman ağzını açıp yaşamları yutarken, hayatta kalmak! Milyonları değil milyarları tehdit eden salgına rağmen hayatta kalmak. Bütün insanlık için bunun hayali kurmak o kadar zor ki… Hatırladım. Meğer tam da bu belirsizlik günlerinde yeni hayaller kurmayı ve onları biriktirdiklerimin yanına eklemeyi bırakmışım.

Aylardır yazmıyorum, yazamıyorum. Yasaklarla kısıtlanmış günlerimin çoğunu okuyarak geçirdim, geçiriyorum. Sadece okumakla kalmıyor, yazarların hayal dünyasına uzun yolculuklar yapıyor keyifli zaman geçiriyorum.

Yazma dürtüme şükür beni tatlı tatlı dürterek masa başına getirdi. Demek ki yazacaklarım birikmiş. Şimdi yavaş yavaş kendime gelme zamanıdır. Önümüzde kocaman bir kış var ve evdeyiz dostlar.

Nereye kadar? Bunu şu sevimli topçuk var ya o biliyor.

Hepinize sağlıklı aydınlık güzel hayallerle dolu günler dilerim.

EVDE HAYAT VAR!

70’e merdiven dayamışız…Günlüğe ek.

41. Günden sonra günlük tutmaktan vazgeçmiştim. Bahçe işleri ve ev kadınlığı hallerimin zamanımın çoğunu alması bir yana, herkesin benzer şeyler yaşaması bir yana…Yazmak için bir direnç gösteriyordum. Ta ki bu sabah sevgili Yeşim Cimcoz’ dan bir mail alana kadar. Mailin konusu tabii ki  kimine göre 70 güne yaklaşan   ev halleriyle ilgili idi. Unutmadan; Yazı Evi’nin  sanal atölyelerinin  kısa bir tanıtımı da vardı ekte. İşte bu mail  “hadi durma kalk cevap yaz, ne duruyorsun hadi, hadi” diye adeta başımın etini yedi. Zoom’ dan katıldığım Salı yogasını bitirir bitirmez klavyenin başına geçtim.

BLOGA

Buraya sevgili Yeşim’in mailinden birkaç satır alıntı yapmak zorundayım izniyle.( …… olarak görülen cümle Yeşim’in iç sesidir ve onlara burada yer verirsem metin konudan uzaklaşabilir)

Bezelye aldım bu haftaki siparişle. Yarım kilo. Enginar da istemiştim. Onun yanında iyi gider diye düşünmüştüm. ……….Mutfağa geçtim. Dünden beri mutfakta poşetlerde beklettiğim yeşillikleri çıkarttım. Semizotu ayıkladım, domatesleri, marulu suya bıraktım, bezelyeleri ayıkladım, suya koydum.  Hüseyin’le kahvaltı hazırlıyoruz. Şakalaşıyor, sohbet ediyoruz. Bir el hareketiyle bezelyeler yerlere saçılıyor, yer nokta nokta yeşil bezelye ve su. İçine bir kaç gündür silinmeyen mutfağın tozu, köpeklerin tüyü karışıyor. Öfkeleniyorum. Alt tarafı bezelye yere döküldü. Hüseyin süpürgeyi almaya uzanırken “Hayır onunla alma!” diyorum ve yere çöküp tek tek bezelyeleri toplayıp kaba koymaya başlıyorum. “Nasıl? Kullanacak mısın?” diye şaşkınlıkla soruyor. “Tabii ki! Bunları ayıklamak için çok uğraştım!” diyorum. Süpürgeyi bırakıp yardım etmeye başlıyor. “Yeşim bunlar çok tüylü ve tozlu,” diyor. “N’apalım yani? Ben hallederim,” diyorum. “Yeniden ısmarlarız,” diyor. Sesi sakin, dingin. Yerde saçılmış, tezgahın altına kaçmış, toz yumaklarının içine gömülmüş bezelyelere bakıyorum. Elime su, köpek tüyleri ve bezelye bulaşmış. “Tamam!” diyorum. Süpürüp temizliyoruz yeri. Bezelyeler çöpe gidiyor. Ellerimizi yıkıyoruz. Artık hep, her şeyden sonra, ellerimizi yıkıyoruz. “Ismarlayacak mısın?” diye soruyor Hüseyin. Vazgeçiyorum. Bezelye için tekrar sipariş vermek istemiyorum. Bezelye yemesem ne olur ki?

İşte beni tetikleyen cümle de işte bu efendim. Ne demek yemesem de olur. Kalkıyorum yerimden, biniyorum hayallerimdeki o kuşun kanadına, ver elini Moda. Çat kapı, Yeşim’in mutfağındayım. Dur, diyorum zamana. Geri git. Tozlu bezelyeleri önce soğuk sonra kaynar suyla yıkıyorum. Bir daha, bir daha. Ne yaptın sen Yeşim, diye de fırçamı çekiyorum. Bizim Urla’da bile sekiz liraysa( hoş bu hafta daha da pahalı) bezelyenin kilosu buralarda kim bilir kaçadır.Hem sonra enginarın kız kardeşidir, olmazsa olmazıdır, deyip girişiyorum işe. Tanıyorum arkadaşımı; yemeyi hele de yanında sohbet de varsa pek sever. Çok kolaydır onu ağırlamak; ne koysanız sofraya itiraz etmez.Severim böyle konukları. Düşünmem hiç, şimdi ne pişirsem diye. Uzun lafın kısası, tez zamanda bol bezelyeli zeytinyağlı enginar yemeği hazır oldu. Akşama Hüseyin’le yesinler.  Sarılmak istedik, sarılamadık. Biraz daha kalsaydın dedi. Kuş bekliyor, dedim.

Bir özlemin ardından gittim bugün. Yine döner miyim günlüğe, bilmiyorum.

Sevgiyle

Fotoğraf  Urla Malgaca Pazarı’nda çekilmiştir.

Korona Günlerinde Anneler Günü!

 

bir-buket-cicek-300x264

Anneler Günü, Babalar Günü, Emekçi Kadınlar Günü, Kardeşler Günü, Komşuluk Günü veeee tabiii ki Sevgililer Günü. İlk aklıma gelenler bunlar. Bütün bu günlere gerek olmadan sevgimizi ve saygımızı paylaşabilsek keşke… Bütün bu özel diye adlandırılan günlerdeki  paylaşımlarımda sormuşumdur;sevgi ve saygının  bir tek güne indirgenmesi mümkün müdür? Sevgi ve saygımızın ticari amaçlara alet edilmesi doğru mudur? Bir virüs bütün dünya ekonomisini alt üst etmişken, sayıları her gün biraz daha artan AVM lerimiz henüz kapalıyken belki bu yıl daha saf kutlamalar yaşanabilir diye düşünüyorum. Umarım bu benim saflığım değildir. Zira kargolu alışverişler tüm hızıyla devam ediyor. O kadar ki kargo şirketleri perişan durumdalar. Kargo kolilerini muhafaza edecek yerleri olmadığı gibi dağıtıma da yetişemiyorlar. Konumuz bu değil elbette.

Her ne sebeple olursa olsun evlatlarından ayrı olan tüm anneleri buradan kucaklıyorum.

Sevgili Pınar Dönmez’ in sesinden hepimize gelsin;

ANNEM”https://soundcloud.com/pinardonmez/annem-1 

 

 

 

 

 

 

 

Binerdik

BİNERDİK  kelimesinden yola çıktık saçmalamayı bırakıp anı yazmışız  24.09.2013

Yeşilköy, bir zamanların yeşil, henüz betonla kirlenmemiş Yeşilköy’ü. Orada bir evde yaşardılar annemin dayısıyla yengesi. Yani benim de büyük dayım ve büyük yengem. Kısaca dayı, yenge diye anlatsam kusur olmaz değil mi? Yengemin adı Bülent, dayımınki İbrahim. Evet, yanlış okumadınız; Bülent koymuşlar yengemin adını,  erkek beklerken kız olarak dünyaya geldiği için olsa gerek. Yoksa insan niye kızına erkek ismi koysun ki. Her neyse, İbrahim Dayı ile erkek isimli yengem nur içinde yatsınlar, yıllar sonra acemi bir öykücünün karalamaları arasında kağıtla kalemin buluştuğu yerde canlanıverdiler. Yazı alıştırmaları sırasında koskoca bir kitabın içinden bula bula “binerdik” kelimesi seçilmişti. Altı dakika saçmalama hakkımız vardı bu kelimeyle ilgili. Kronometre çalışmaya başlayınca ne yazacağını düşünmek gibi bir lüksü olmuyor insanın bu altı dakikalarda. Saniyenin onda birinde gözümün önüne iki atın çektiği rengârenk bir fayton geldi. Geldi de beni adalara götürmedi bu fayton. Aldı beni Yeşilköy’e çocukluğumun hafta sonlarına, yengemin evine götürdü. Sonrası saçmalamaktan öteye geçti, anılarda kayboldum. Yazı uzadı da uzadı…

Önce tramvaya sonra trene ondan sonra da faytona binerek geldiğimiz bu evin bahçesi var mıydı, yoksa bir apartman katı mıydı, bakın orası hafızamdan silinivermiş. Ya da çocuk aklımla o evde benim merakımı çeken o kadar çok şey varmış ki evin dış resmini anılarıma kaydetmemişim.

Çocukları yoktu dayıyla yengenin oraya gittiğimde masaların altına girip evcilik, odalarına dalıp saklambaç oynayabileceğim. Buna rağmen çok severdim o evi ve o insanları.

Koyu renk saçlarını ensesinde minik bir topuz yapar saçının renginde incecik bir filenin içine hapsederdi. İpek çoraplarının koncuna eteğinin altından gözükmeyecek bir yerde kocaman bir düğüm atardı. Düzgün dursun kaymasınlar diye. Kaygan ipek düğüm az sonra çözülüverir, çorap dizlerinden yavaşça aşağıya doğru inerdi. Yengem göz ucuyla etrafına bakar görünmediğine emin olunca eteğini usulca kaldırır, çorabını yeniden düğümlerdi. Çocuğum ya, beni adamdan saymazdı herhalde. Ben göreceğimi görmüş olurdum bu arada. Ayaklarının altına koyduğu miniminnacık bir taburesi vardı. Tahtadan yapılmış üzeri kadife kumaşla kaplanmış oyuncak tabure gibi bir şeydi. Eteğinin dibinde durur, ayağını çeksin de ben tabureye oturayım diye beklerdim.

Parlak ve kaygan açık renk bir muşambayla kaplıydı odaların yerleri. Cilalı , kaygan ve tertemiz, aynı hastane koridorları gibi. Onlara giderken yanımıza terliklerimizi alırdık. Ayakkabılarımı çıkartıp terliğimi giyince taaa yatak odalarına kadar girmeme izin vardı. Bayılırdım o odaya. Üzerine hiçbir zaman çıkamadığım yüksek pirinç bir karyola,  başucundaki duvarda da dayımla yengemin düğün fotoğrafları asılı dururdu. Zamanında siyah beyazmış da sonradan üzeri renklendirilmiş bir fotoğraf. Yengemin elinde yerlere kadar uzanan bir demet gelin teli, üzerinde omuzları ve kolları kapalı gelin elbisesi. Başında Avrupalıların  giydiğinden,  süslü püslü bir şapka. Dayımsa damatlık takım elbisesi içinde uzun boylu zarif bir adam. Yuvarlak tel gözlükler gözünde, şık mendili cebinde. Hep merak etmişimdir,bu fotoğrafın niye yatak odasında durduğunu. Sonuçta bir onlar görüyordu  bir de  ben. Salondaysa kocaman portreleri süslerdi duvarları yanlarında  her yaştan kardeşler ve yeğenler, siyah beyaz fotoğraflardan gülümserlerdi gelenlere. Benim oyun yerimse antika gardrobun karşısında duran tuvalet masası. O masanın önünde oturur uzun uzun saçlarımı tarar, evden taşıdığım oyuncaklarımla evcilik oynardım.

Başını örttüğünü hiç anımsamıyorum ama herhalde oldukça dindar bir kadındı yengem. Çünkü bildim bileli dudaklarının arasından dua, elinden tespih eksik olmazdı. Mırıl mırıl mırıldanırdı. Kulaklarında bir çift altın küpe, o mırıldandıkça ritme uygun sallanır dururdu. Konuştuğunu sanır, anlamaya çalışır anlayamazdım ne dediğini. Üstelik sofraya otururken ayrı kalkarken ayrı dualar ederlerdi dayımla ikisi. Biz de el açar onlara uyardık. ”Biz doyduk, Allah açları doyursun “ derdik hep birlikte. Derdik, dediğime bakmayın, ben o zamanlar bu cümleyi “Allah ağaçları doyursun.” diye bellemiş, niye böyle söylendiğini de uzun süre anlayamamıştım.

Yemekten önce dayı da mutfağa girer, hazırlıklara yardım ederdi. Sabırlı, sessiz, sakin bir adamdı. Onun kıvırcık salatayı parmaklarını kesmeden kıl gibi ince kesişini hayretle izlerdim.  Yumuşacık olurdu onun yaptığı salata. Bayaz lahanayı da böyle ince keser, tuzla bir güzel ovuşturur sonra da limonlu yağlı bir sosun içine kavanoza basardı. Ne kadar seyrettiysem ne kadar çabaladıysam da onun kestiği incelikte salatayı hiçbir gün kadar kesemedim.

Salonda yuvarlak bir orta sehpası ve koltukların yanına konan daha küçük boyda benzerleri vardı. Üzerlerinde sık sık değişen el işi göz nuru keten sehpa örtüleri. Onlar da oyuncaklarım olurdu ara sıra. Vitrinde renk renk çeşitli cam eşyalar, biblolar.  Hortumunu havaya kaldırmış kocaman gri porselen file gelince o büfenin üzerinde dururdu. Yanında mavi camdan, kapağında kabartmalar olan saplı bir şekerlik. Ya menekşe şekeri ya da Elit marka sakızlı bonbon olurdu içinde. İkram edilmeden alınmazdı şekerler. Ne o şekerlerin tadı var şimdikilerde ne de o şekerlik vitrinlerde. Horhorda gezinirken bir gün gözüme ilişti bir benzeri, yanına gittim, açtım kapağını, boştu.

Ben büyüdüm, onlar yaşlandı.

Yeşilköy’den önce faytonlar taşındı, sonra yengemle dayım, önce şehre,  sonra cennete… Huzur içinde yatsınlar.