ŞÜKRAN

ŞÜKRAN

Sanırdım ki kızlarımız, damadımız, kardeşim ve ailesi , yeğenler ve kuzenlerimizle birlikte bizi sevgiyle sarıp sarmalayan  bir aileye sahibiz. Meğer ki yıllar bize öyle dostluklar kazandırmış ki bu aile büyümüş, büyümüş, büyümüş kocaman, sapasağlam bir ağaç olmuş. Sağlıkta, hastalıkta ve şimdi de yasta sırtımızı dayadığımız  bu ağaca sonsuz ŞÜKRAN…

Urla’yı   yuvamız bellediğimizde bir parçası olduğumuz tüm dost topluluklara ŞÜKRAN…

Hayatımın  yeni eşiğinde yasımı gerçek anlamda yaşamama yardımcı olacağına inandığım ve dönüp dönüp tekrar okuduğum ” Ölüm Yaşamın Mührü “ kitabıyla sevgili Berna Köker Polyak’a ŞÜKRAN…

Son yolculuğuna uğurladığım hayat arkadaşıma bana yaşattığı yarım asırlık mutluluk için ŞÜKRAN…

2 Eylül 2023

Gezi Parkı

2013

Gezi Parkı’nda direniş devam ederken Galata’da bir çay bahçesinde yazmıştık.

Direnişçi

Su dolu bir balonun içinde yaşıyordu. Sadece ara sıra kıpırdanmasına izin verilmişti. Bu hapishanede daha ne kadar kalacağını bilmediği gibi, buradan çıkınca nelerle karşılaşacağını da bilemiyordu. Ama bilinmez de denemeye değerdi. Şimdiye kadar az mı direnmişti burada tutunabilmek için. Başına gelmedik kalmamıştı. Çeşitli engeller çıkmış karşısına ama o hala yaşıyordu. Kaç kez annesinin bacaklarının arasından sızan kana karışıp  gittiğini düşünerek korkmuşlardı ama o ille de bir gün özgür olacağım ve dışarıda  neler olduğunu göreceğim diye direnmişti.

Şimdi bu balon onu ya boğacak ya da yaşamın kucağına gönderiverecekti. 

Az kalmıştı, direnmeliydi.

-Hadi yavrum hadi canım, aç ağzını bak uçak geliyor, ağzına girecek sana mamalar verecekmiş. Aaaa,bak sen açmazsan komşunun  çocuğuna gider bu uçak. Uslu uslu mamanı bitirirsen attaya gideceğiz. Annesinin yalvarmaları boşunaydı. O neye benzediğini bilmediği bulamacı ağzına almamak için dudaklarını kilitlemiş, açmamak için direniyordu. Hem  de bu ‘atta’ aldatmacasına kanacağını mı sanıyordular. O  evde  kalıp bebek tv.yi izlemek istiyordu. Bu  yüzden biraz sonra o cicili bicili plastik sandalyeye oturduğunda kakasını da yapmayacak, tam altı bezlendiğinde bezini kirletecekti.

O minik bir direnişçiydi.

Evde anne ve babası, okuldaysa öğretmenleri sürekli kalıplaşmış öğretilerle beynini doldurmaktaydılar. Bir de üstelik ısrarla resme yatkın olduğunu vurgulayıp, ona durmadan resim defterleri ve boyalar hediye etmekteydiler. İlla ki birilerine benzemesini, çok ama çok başarılı olmasını istiyorlardı. Kimse büyüyünce ne olmayı hayal ettiğini bilmiyor, hayal etmesine bile izin vermiyordu. Oysa ona sorsalardı o da renklerle dünyayı değiştirmek istediğini, en azından tuallerde bambaşka, barış dolu bir dünya yaratmak istediğini öğrenirlerdi. Ama o buna direniyor, boyaları bir kenara atıp top peşinde koşturuyordu.

Farklı olmalıydı… 

Baskın olana benzetilmeye çalışılmasından yorulmuştu. Mutsuzdu…

İçinde kapalı kaldığı bu steril ortamın sigorta kapsamından çıkmak, özgür olmak istiyordu.

Yaşamın sınırlarını zorlamak, hayatı biraz da kendi gözleriyle görmek, kendi elleriyle yakalamak, düşmek, kalkmak istiyordu.

Sık sık gelip çayını içip ağaçların gölgesinde kitap okuduğu parkın merdivenlerinde bir mahalle forumundaydı şimdi. Mikrofon henüz yirmili yaşlarının başındaki pırıl pırıl gençlerdeydi. Doğup büyüdüğü ona hayat veren şehrine yapılan acımasız tecavüz ve katliamlar uzun süredir içinde bir öfke oluşturmuş ve bu duygusu günden güne büyümüş artık içine sığmaz olmuştu. Şimdi bu merdivenlerde oturmuş bu direnen topluluğu ‘korku’nun mu ‘korkusuzluğun’ mu bir araya getirdiğini düşünüyordu. Galiba korku sevgiye dönüşmüş, herkese kucak açmıştı. 

Evet o da direnecek, gençlere destek olacaktı.

Ara sıra gelip giden hafızası ona inanılmaz oyunlar oynuyor, bedeninin hastalığa yenilmemesi için direnmesine yardım ediyordu. Hayat yaşamaya değerdi ve o gitmek istemiyordu.

Daha biraz önce on beşinci yaş günü hediyesi olan kırmızı bisikletinin üzerinde ıslık çalarak gezinmiyor muydu? Pedal çevirmekten öyle yorulmuştu ki kendisini ilaç kokulu yatağa bırakıvermişti. Biraz sonra gözünün önüne sevdiği kızın arkasından koştuğu günler gelecek, kolundaki serumun hortumunu çekip çıkartıp yataktan kalkmaya çalışacaktı.

-Çok yaşlı, onun durumunda bu hastalığa dayanan pek azdır, şimdilik hastamız direniyor, bekleyeceğiz. Demişti deneyimli bayan doktor.

Tam hemşireler sakinleştiğini sanıp dışarı çıkmışlardı ki, yaşlı hastanın odasından gelen gürültülerle geri döndüler. Ayağa kalkmaya çalışırken serum şişesini devirmişti. Pencerenin kenarına tutunmuş, bir yandan ‘onuncu yıl marşını’ mırıldanırken biryandan da dışarıdan gelen tencere tava seslerine alkışla eşlik ediyordu. 

Ölüm yanından gelip geçmiş, direnen beden galip gelmişti.

Kapalıçarşı

Gez gez bitmez, yaz yaz hiç bitmez KAPALIÇARŞI (Tekmili birden 4 Bölüm)

2012 Işıl Ertunç

Kapalıçarşı /Bölüm 1

Kapalıçarşı, yabancıların deyimiyle çok büyük çarşı; uzun lafın kısası Osmanlı’nın başkentinin ilk ve son “AVM” si . AVM deyişimi sakın yabana atmayın, kapılarında her ne kadar x-ray cihazı yoksa da her birinde birer ikişer güvenlik görevlisi, ellerinde kontrol cihazları beklemekteler. Eeee kolay mı bu koca çarşıdaki maddi değeri bırakın, en az beş yüz yıllık tarihin manevi değerini korumak? 

Sabahın dokuz buçuğunda, güvenlikçinin gözünde pek şüphe uyandırmamışım ki, elimi kolumu sallayarak daldım Beyazıt Kapısı’ndan içeri. Çarşıya adımımı atmamla iki yandan esnafın “ Hello madam!” “Bon jour!” “Willkommen!” sesleriyle karşılandım. Kafamda bir şimşek çaktı. Bu sabah muzipliğim üzerimdeydi. Sık sık geldiğim bu çarşıda her zaman yaptığım gibi kibarca Türk olduğumu belli etmek yerine ben de turist rolüne büründüm ve esnafı peşime taktım. Hangi lisandan konuşsalar ben anlamıyor ifadesini takındım, ellerimle işaretler yapıp ne olduğu anlaşılmayan sesler çıkardım. Bir ikisi inatçı çıktı, ellerindeki Gucci taklidi çantaları sallaya sallaya peşime takıldı. Tarihi Şark Kahvesi’ne ulaşana kadar bu oyunu sürdürdüm. Tam kahveye yaklaşınca benden önce gelen “İstanbul’u Yazıyorum” arkadaşlarımı gördüm ve heyecanla “ merhaba kızlar, ne kadar erkencisiniz” diye bağırıverdim. Peşimdeki esnafın halini siz düşünün…  Eh, bu kadar yıldır nezaket göstermişiz, bir kere de biz eğlenelim değil mi? 

Tarihi kahve bu sabah, İstanbul’u yazan tam yirmi kadın ve bir de beyefendiye kucak açtı, kimimiz sabah mahmurluğunu çayla, kimimiz de kahveyle gidermeye çalıştı. Herkes bir araya gelince sesler yükselmeye başladı. Esnaftan etrafımıza toplananlar, ne yaptığımızı merak edenler oldu ama onlar bizden umduklarını pek bulamadılar. 

Sevgili Yeşim hocamızın doğum gününü anlamlı bir şekilde kutlayıp, bütün arkadaşların objektiflerine ayrı ayrı poz verdikten sonra kahveden ayrıldık. Birkaç gurup halinde çarşıyı gezmeye ve bugünün anılarını biriktirmeye koyulduk. 

Hepimizin isteklerini tek tek yerine getirip ardından da ayrı ayrı hesap alırken başı dönen zavallı emektar garson, biz gittikten sonra mola alıp bir köşeye çekilmiştir kesin.

Kapalıçarşı /Bölüm 2

Üçlü, beşli kadın gurupları ve elinde kamerasıyla sevgili arkadaşımız Ahmet Bey çarşının değişik sokaklarına daldık. Kimi sandal bedesteninde rüyalara daldı, kimi bezcilerde, kimi ise nadide ipek halıların sergilendiği vitrinlerin önünde. Kimi dericileri ziyaret etti, kimi gümüşçüleri. Terlikçiler Sokağı, kuyumcu ustalarının göz nuru döktüğü minicik atölyelerin olduğu Zincirli Han ve Sıra odalar Sokağı, Kürkçüler, Altıncılar, Bakırcılar, Keseciler, Yorgancılar, Tavuk pazarı gibi toplam 66 sokaktan birçoğu bu yerli turist gurubunun fotoğraflarına konuk oldu. Arkadaşların bir çoğu tarihi çukur muhallebiciyi bulalım derken yıllardır onun yerine yerleşmiş olan tanınmış bir kuyumcunun şatafatlı dükkanını görünce hayrete düşüp hemen deklanşöre bastılar. Her sokağında tarih yatan bu eşsiz çarşıda bir sokakta derilerin, diğerinde eski halıların, bir diğerinde rutubet kokusu genzimize doldu. Kulaklarımızda bin bir ses, çantalarımızda büyüsüne kapılıp aldığımız ufak tefek hatıralarla öğlen yemeği için yerimizin ayrıldığı çarşının meşhur esnaf lokantasına yollandık. Daha gezilecek birçok sokak, görülecek nice güzellik vardı ama bunları yemek sonrasına erteledik. Mis gibi tarçınlı iç pilav eşliğinde gelen hindi tandır, kağıt kebabı, cacık ve fırın sütlaçla midelerimizi şenlendirdik. Aklımız tadına bakamadığımız birçok yemekte kalarak lokantayı terk ettik. 

Kapalıçarşı/Bölüm 3

Çarşı büyük, çarşı kalabalık. 

Her gün neredeyse yarım milyon insanın ya işi ya da yolu gereği  kullandığı, sayısız esnafın ekmek parası uğruna dükkanını açtığı ama çok kere siftahsız kepenk indirdiği, yerli ya da yabancı turistlerin gezmeden dönmediği çarşı bugün yine capcanlıydı.  

Görecek daha çok şeyi olduğunu düşünen arkadaşlar yine sokaklara dağıldı. Bazıları, çarşı içindeki tarihi camide öğle ezanını canlı ve hoparlörsüz okuyan müezzini hayranlıkla izledi, müezzinin içine zor sığdığı mimberi fotoğrafladı, bazıları esnafla sohbete daldı. 

Bazıları da Kapalıçarşı’nın bugünkü izlerini kaleme almak için soluğu yine Şark Kahvesi’nde aldı. Kimi yazdı, kimi not aldı, kimi de benim gibi gözlerini kapatıp geçmişi bugünde capcanlı yaşatan bu büyülü ortamda tarihin derinliklerine doğru hayale daldı. 

Kösem Sultan kuyumcu ustasının birine sipariş verirken yakalandı hayallerimin ağlarına, Hürrem ise Leo ile oynaşırken çarşının bir köşesinde…

Bir köşeden Safiye Sultan başını uzattı, yaklaşıyormuş gibi yaptı, sonra yok oldu, diğerinden Fatih Sultan Mehmet Han bütün ihtişamıyla göründü; Yüzyıllar önce yaptırdığı mekana şöyle bir baktı ve kayboluverdi. Bir diğer köşeden Sultan 3.Mustafa boy gösterdi, çarşıda yaptığı değişikliklerin durumuna bakıp o da diğerleri gibi bir anda sır oldu.

Birer, ikişer, bütün arkadaşlar yorgun ama mutlu, kahveye geri döndüler. Herkes herşeyi görememişti elbette ama çarşının sayısız kedileri her köşeden başını uzatmış kendilerini göstermişti hepimize.

Kapalıçarşı/Bölüm 4

Hep birlikte sahaflar çarşısındaki kitap kokularını içimize çekerek İstanbul Üniversitesi’nin bahçesindeki havuzlu çay bahçesine doğru ilerledik. Bir arada oturabilmek için birilerini yerlerinden ettik! Pahalı kahve, kötü ada çayı, daha da kötü servis bizi pek etkilemedi. Heyecanla yazısını bitirenlerin okumasını dinledik. Kapalıçarşı’da çocukluk anıları canlanan da vardı aramızda, duygularını şiire dökerek anlatmak isteyen de. 

En nihayet Yeşim Hoca günü ve sezonu kapatan konuşmasını yaptı. Gözler doldu, ekimde buluşmak üzere sözler verildi. Bir “İstanbul’u Yazıyorum” toplantısı daha sona erdi ama sanıyorum sezona damgayı “Kapalıçarşı” vurdu.

Kulağımızda sesleri, burnumuzda kokuları, makinelerimizde suretleri, zihnimizde çarşının izleri evlerimizin yolunu tuttuk.

Laleli

Bir Bahar Günü Laleli’de 2013 Işıl Ertunç

Martın yirmi sekizi, yirmi dokuzuna terk ederken yerini, birden aklıma düşen bir soruyla yatakta doğruldum. Sabaha Laleli gezimiz var ama ben bunca yıldır belki milyon kez yakınında bulunduğum bu semte neden Laleli dendiğini bilmiyordum. Biraz komik, biraz da acı değil mi, insanın doğduğu, büyüdüğü, elli yılı aşkındır nefes aldığı bir şehirde bazı şeyleri ancak üzerine bir yazı yazacağı zaman merak etmesi? Sesli düşünmüş olmalıyım ki uykuya niyetlenen eşim:

-Aman canım ne olacak, kesin bir zamanlar oralarda lale bahçeleri vardı, haydi takma kafana. Deyiverdi.

İçimden,  “ sen öyle bil” diye geçirdim ve kalkıp sanal aleme sorumu yolladım. Neyse cevap gecikmeden geldi. Meğerse, adına Laleli Paşa denen bir muhterem zat ile devrin padişahı arasında geçen komik bir öyküye dayanırmış semtin adı. Öykü oldukça uzun, onu anlatması bir başka sefere kalsın!

Sırtımdan büyük bir yük kalktı sorumun cevabını almanın rahatlığıyla tekrar sıcacık yatağıma geri döndüm. Ama, heyhat! Gözüme bir türlü uyku girmiyor. Zihnimin işi gücü yok, kafamı kurcalıyor. Bu defa paşanın adı niye Laleli Paşaymış diye sorgu suale başladım. Sağa dön, sola dön, derken sabahı etmişim.

İstanbul pırıl pırıl güneşli bir güne uyanmıştı, ben de. Turistik donanımlarıma büründüm, bir taksi üç metro Laleli’deyim.

Alışılagelmiş buluşma, hal hatırdan sonra ilk mola yerimiz olacak Taş Han’ı bulmak uğruna düştük yollara.. O sokak senin bu sokak benim derken öğrendik ki gitmek istediğimiz yerin tam aksi yöndeyiz. Saf saf en yaşlı esnaf kesin bilir diye sorduğumuz amcalardan cevap alamadık, yine yolumuzu kendimiz bulduk. 

Dizilere, filmlere mekan olmuş tarihi Taş Han’da sabah sabah nargile kokuları  arasında kahvelerimizi içtik. Çevreyi gezdikten sonra gelip yazılarımızı yazmak için tekrar bu kahvede buluşmak üzere hepimiz ayrı ayrı yönlere dağıldık.

Ne yazık ki İstanbul’umun eski bir semtini gezeceğim derken kendimi yabancılar diyarında buldum. Bir zamanların eğitim, kültür, ibadet, yakın tarihimizin de en turistik semtleriyle iç içe olan Laleli şimdi bambaşka bir yer olmuş. İrili ufaklı çoğu yabancı isimli otellerin, Rus’undan Roman’ına çeşit çeşit yabancının, gündüzleri sokakları dolduran bavul tüccarlarının, işportanın, geceleri de bambaşka bir  ticaretin  esiri olmuş. Boynumda asılı duran Nikon’umun ve sırt çantamın beni her an taciz edilecek sade bir Türk vatandaşı olmaktan çıkartabildiğini bir kez daha bu sokaklarda hatırladım. Sokaklar adım başı, modern hamallar, tartıcılar, en kralından saatleri bileklerinde pazarlamaya çalışanlar, ayakkabı boyacıları, bavul ve çantacılarla doluydu. Laleli esnafı sanki bütün şehir çıplak kalmış da birazdan gelip buralardan giyinmek isteyecekmiş kadar çok  kılık kıyafet ve iç çamaşırı satmaktaydı. Vitrinlerse en cafcaflı, en ucuz, en giyilmez diyeceğiniz taklit giysilerle süslenmişti.

 Çok sürmedi birkaç dakika sonra Laleli bin bir koku ve çeşitli gürültüsüyle üzerime gelmeye başladı. Kaçtım. Beyazıt’a doğru tırmandım. Kendimi İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde bir banka attım.

Oturduğum yerden şehrin defalarca tecavüze uğramış, kaybolmuş tarihi dokusunu aradım. Önümden gelip geçenleri, benim yadırgadığım ama onların çoktan kabullendiği hayatlarını izledim. Çarpıcı makyajlı, seksi giysiler içinde dolanan manken bacaklı üç yabancı kadının ardından gelen sakalları belinde, cüppeli, sarıklı üç …….. yi  deklanşörüme alamadığım için çok hayıflandım. Dönmek üzere kalktım. Her ne kadar yolun üzerinde gördüğüm WC tabelalarını takip ettiysem de on dakikalık arama sonunda tuvaletlerin en az üç kez önünden geçtiğim kepenklerin arkasında olduğunu, üstelik kepengin üzerinde “kapalı” yazdığını gördüm. Güldüm ağlanacak halimize.

Kalabalığı yara yara ,bir saat önce guruptan ayrıldığım yere geri geldim. Taş Han’ın girişinde daracık koridorun üzerinde sıra sıra kadınlı erkekli taş mankenler yine bizi karşılamak ve uğurlamak için “alesta” beklemekteydiler. 

Toplaştık bir tahta masanın etrafında yedi İstanbul’u yazan kadın ve onları adım adım izleyip kameraya çeken bir adam. Yazdık sessizce, okuduk kısık sesle. Paylaştık yaşadığımız Laleli’yi birbirimize.

Günün sonunda, benim şehrim İstabul’un artık benim olmadığı, benim orada bir yabancı, belki bir misafir  olduğum düşüncesi yüreğime acı bir şekilde çökmüştü.

Olumsuz duygularımı Kadıköy vapurunda denize attım, haykırdım içimdeki şehre:

“ Seni seviyorum.”

PERA PALAS

COMPARSİTA -2013 Işıl Ertunç

  Altın yaldızlı kristal aynada kendine küçük bir bakış attı, makyajı, saçları, kıyafeti, her şey tamamdı. Zümrüt yeşili tuvaletinin kızıl saçlarıyla uyumu mükemmeldi. Kocasının evlilik yıldönümü hediyesi olarak seçtiği bir çift elmas küpe toplu saçlarının açıkta bıraktığı kulaklarını süslüyordu. Gece çantasını aldı, şalını omuzuna attı, dönüp kocasını tepeden tırnağa hayranlıkla süzdü, papyonunu düzeltti ve rujunun bozulacağını düşünmeden dudaklarına minicik bir öpücük kondurdu. Elleri birleşti. Ellili yaşların ortasındaki güzel kadın bir anda otuz yıl öncesine yine bu otelin içinde bulundukları efsane yıldız Garbo’ nun adını taşıyan odaya gidiverdi. 

Pera Palas Oteli’nin kubbeli salonunda verilen bir davette tanışmışlar, kısa sürede ilerleyen arkadaşlıkları, önce aşka, sonunda da evlilik kararına dönüşmüştü. Hiç tereddütsüz tanıştıkları mekanı düğün salonu olarak seçmişlerdi. O gün yine bu odanın kapısından bembeyaz gelinliği içinde çıkmıştı. Kocasının kolunda tarihi binanın ihtişamlı merdivenlerinden aşağı inerken mutluluktan ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Vücudunu saran yarı değerli taşlarla işli dantel gelinliğin eteklerini kabartmak için kullanılan ağır, tafta kumaşın yere sürünürken çıkardığı sesten başka bir şey duymuyordu. Dantel eldivenlerinin içindeki zarif elleri heyecandan nemlenmişti. En alt basamağa ulaştıklarında kubbeli salonu balo salonuna bağlayan tül perdeli cam kapıların önünde birbirlerine dönüp bakışmışlar adeta gözleriyle bir kez daha sonsuz mutluluk sözü vermişlerdi. Nihayet balo salonunun kapıları açılmış, davetlilerin alkışları arasında içeri girmişler, mini orkestranın çaldığı “Comparsita” ile eski parkelerin üzerinde ahenkli adımlarla dans etmeye başlamışlardı.  

Geri döndü. Bir şey unutup unutmadığına bakmak için odada şöyle bir dolaştı, gözü kenarlarında ahşap sütunlar olan yatağa ilişti.  Atlas yatak örtüsü değişmemişti, ya da birebir aynısı yapılmıştı. Sanki otuz yıl önce o gece burada yaşanan aşk dolu saatlerin anıları yatak örtüsünün sırma işlemeleri arasından göz kırpmaktaydılar. İçine bir huzur doldu. Mutluluklarının temelinin atıldığı yerdeydiler.

Bu kez aşağıya inmek için daha kısa bir yolu seçtiler. Bir bellboy hemen koşup tarihi asansörün önce ferforje sonra ahşap kapılarını açtı ve onlar içeri girdikten sonra da kapıları tekrar kapattı. Yılların güzelliğinden hiçbir şey kaybettirmediği kadın asansörden inerken, şifon tuvaletinin uçuşan eteklerini üzerine basmamak için hafifçe yukarı çekti. Kubbeli salona arkalarını vererek kol kola durdular. Balo salonundan hafif bir müzik sesi gelmekteydi.

 Otel son yıllarda büyük bir yenileme geçirmişti ama kubbeli salonda her şey yine yerli yerindeydi. Antika vitrinler, tarihi piyano, basmaya kıyamayacağınız halılar. Duvarlar ve parkeler, camlar ve çerçeveler değişmiş olsa da her köşeden bu binada yaşanan sır dolu hayatların hayaletleri kendilerini gösteriyordu. Nasıl göstermesinler ki? Agatha Christie bugün kendi adını taşıyan odada meşhur Orient Express romanını kurgulamamış mıydı? Otelin en güzel odalarından biri Atatürk’ün odası değil miydi? Cumhuriyete geçişin hazırlıkları burada yapılmamış mıydı? Bu bina yüz yılı aşkındır nice tanınmış politikacı ve ünlüleri ağırlamamış mıydı?

Salondan gelen müzik değişip “Comparsita” çalmaya başlayınca anılardan sıyrılarak bakışlarını merdiven başında beliren genç çifte çevirdiler. Gelin, annesinin kızıl saçlarını, babasının da yeşil gözlerini almış, bembeyaz teni ve incecik vücudunu saran muhteşem gelinliğiyle geçmişten fırlayıp gelmiş gibiydi. Davetlileri güzel bir sürpriz beklemekteydi. Genç gelin anılarla dolu bu mekanda annesinin gelinliğini giyerek evlenmek istemişti. 

Tarih tekrarlanmış gibiydi. Gelin ve damat “Comparsita” eşliğinde salona girerken bir an durup birbirlerine baktılar ve en az onlar kadar mutlu olmaya çalışacaklarına söz verdiler.

EYÜP

Fotoğraf açıklaması yok.

– Cuma bugün, beyim. İşin yoğun olur. Yardıma geleyim seninle istersen. Üstelik bu sabah karne alacak çocuklar. Öğlene burası ana baba günü olur.

-Doğru dedin hanım, gel vallahi. Birazdan çocuğunu kapan soluğu Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesinde alır. 

– Hazretin karneye ne yararı olacaksa! Senin çocuğun dersine çalışmamışsa Hazret ne yapsın değil mi? 

-Aman canım her neyse bize iş çıksın da. Gerisini boş ver. Hem zaten çoğu zaman gelirken çocuklarını da gezdirmek için alır yanına. Bak, gör sen şimdi, bugün meydandaki esnafın da yüzü güler, biliyor musun? Çocukların en sevdiği şu pamuk şekerler, kağıt helvalar hep orada. Bozacısı, macun şekercisi, simitçisi sabahtan yerleşmişlerdir yerlerine. Hadi hadi, oyalanma. Vakit geçirmeden biz de dükkanın başına gidelim erkenden. Depodan biraz da oyuncak çıkartırım ön tarafa bugün.

– Az dur hele, sen depo deyince hatırladım. Geçen hafta şu uzaktan gelen hanımları bildin mi? Hani paşminalarımızı çok beğenip topluca alıvermişlerdi. Hah işte onlar. Bugün arkadaşlarıyla tekrar geleceklermiş. Resim mi çekeceklermiş, röpörtaj mı edeceklermiş ne.

Şu Hürrem Sultan’ın kaşıkları var ya, hani bizde olmayanlardan. Onlardan getirirseniz sizden alırız dedilerdi. Bizim Fatma’nın tezgahına uğrayayım, bir iki kutucuk olsun alayım. Bak millet bu kaşıkların peşinde. Tezgahlar “yok” satıyor, bey.  İnat etmesen da biz de koysak dükkana. Ne yapalım kadın günahkarsa .Sanki Hürrem kaşığını satınca onun günahlarına ortak olacağız…

-Hanım, hanım, sus! Sabah sabah günaha sokacaksın insanı. Anma şu günahkar yılanın adını demedim  mi sana kaç kez. Sinirlerimi oynatma cuma cuma. Ondan gelecek para gelmez olsun. Görmedin mi daha geçen akşam neler etti haremde. Kaç günahsızın kanına girdi aşifte?

– Tamam beyim, tamam, sen sinirlenme. Ama bana da kulak ver bir kez. De bana, Allah’ını seversen, şu Zemzem suyu diye sattıklarımızın sahte olmadığını ne biliyoruz? Sen orada mıydın doldurduklarında? Gördün mü gözünle? Okunmuş tesbih diye dizdiğin boncuklara  ne demeli? Ya da şu her derde deva süslü püslü yazılarla tezgaha koyduğun o sabundu, ottu ney. Yok zayıflatırmış, yok kısırlığa çareymiş, yok efendim kellere merhemmiş. Hani niye hala saçın çıkmadı beeeey?  Yani onlar para ediyorsa varsın Hürrem’in kaşıkları da etsin diyorum.

-Kıs sesini, kıs. Tepemin tasını attıracaksın sen bugün. Durmadı çenen sabah beri. Şeytan diyor, git şu musibet karının kaşıklarını satanları zabıtaya şikayet et. Tööövbe, töövbe estağfurullah. Hatuuun, bak abdestim kaçtı sayende. Gene geç kalacağız dükkana.

-Sustum, sustum. Ama bilesin bugün o kadınlar gelecekler,  kaşıkları soracaklar. Senin satmak istemediğini mi söylerim artık daha ne söylerim Allah bilir. Hele başlarında bir tanesi vardı, saçları havuç gibi olan, pek bilmiş, çenebaz biriydi. Alimallah! Onun diline düşersen karışmam ha. Esnafa rezil olursun. Zaten reklamı neyi unut, onlar Hürrem kaşığı satan başka birini nasılsa bulurlar.

– Elimden bir kaza çıkmadan çık git Fatma’ya mı, kime gideceksen. Ben görmeyeyim aldıklarını, gizliden verirsin artık. Zinhar kasaya girmeyecek aldığın para, ona göre. Görüyor musun şu aşiftenin ettiğini, taa oralardan buralara yetti de, bizim aramıza bile girdi. Bir de kaşıklarını satsam kim bilir neler olacak. Töövbe, tövbe!

CİHANGİR

27.09.2013

CİHANGİR

-Sabah sabah hazırlanmışsın , defter kalem çantada, nereye böyle?

-Cihangir’e gidiyoruz bugün , İstanbul’u yazıyorum günümüz. İyi ki çıkmamışsın unutuyordum ben de sana yol soracaktım.Senin muhit, sen bilirsin. Cihangir Camii’nin önünde bulaşacakmışız. Ben yerini pek çıkartamadım. Nasıl gideceğim? Ben bir tek Firuzağa Camii’ni biliyorum galiba.

-Dur ben sana anlatayım. Bak şimdi eğer tramvayla gidersen Salı pazarının oradan merdivenleri tırmanacaksın. Hani şu gökkuşağı gibi  boyananları diyorum. Sonra da bir sağ bir sol birazcık  tırmanman gerekiyor.

-Uff daha sen anlatırken yoruldum. Dünkü spordan bacaklarım  feci ağrıyor, hiç çıkamam o merdivenleri, zaten gün boyu Cihangir’in yokuşlarını in çık yapacağız. Yok mu kolayı bunun?

– Tamam canım, o zaman sen şimdi metroyla Taksim, oradan vuracaksın yokuş aşağıya. Alman Hastanesi’ni soluna al başla inmeye. İnebildiğin kadar in, denizi görünce sola dön, az ileride görürsün camiyi.

– Ya bu Cihangir Camii olayı da nereden çıktı. Ne güzel Firuzağa Camii’nin orada buluşabilirdik. Kimin aklına geldiyse bu.  Galiba biraz fazla “Muhteşem Yüzyıl” seyretti bizimkiler bu ara.

– Unutmadan,bizim sokağa uğra ve lütfen fotoğraf çek olur mu? Hatırlıyorsun değil mi Güneşli Sokak. Cihangir Camii’nden yukarı çıkıyorsun, karşına Susam Sokağı gelecek. Sağa dön, sokağın bitiminde yol  bir caddeyle kesişir, sola dön biraz sonra  tekrar sol tam karşı köşede bizim ev, Ayfer Apartmanı. Bir de bak bakalım, Demirağların apartmanı duruyor mu? Epey oldu gitmeyeli merak ettim. Hemen sol bitişimizdeki eski bina. Akşama fotoğrafları istiyorum ona göre.

Daha evden çıkmadan ev ödevimi almıştım. Başka  bir seçeneğim yoktu.Ayaklarım ister istemez beni Güneşli Sokak’a götürecekti.

Güneşli ve çok nemli bir sabahtı. Şansım yaver gitti, tam Firuzağa Camii önüne gelmiştim ki  Ayşecan’ı kahvehanede oturmuş çayını yudumlarken gördüm. Meğer duyuru değişmiş. Burada buluşacakmışız. Az sonra neşeli kalabalığımız kahvenin bütün masalarını işgal etmişti.  İsteksiz garsonun isteksiz hizmeti sınırsızdı. Sabah kahvesinin ardından inişli çıkışlı sokaklara dağıldık. Görmeye koklamaya, duymaya Cihangir’i.

Rotam belliydi, çok geçmeden elimle koymuş gibi buldum Güneşli Sokak’ın köşesini tutan dört katlı o apartmanı. Geçtim karşısına seyre daldım bütün dairelerini. Perdelerin arasından sızdım içerilere, baktım , dokundum sessizce yaşanmışlıklara. Birden çatıda bir kadın ilişti gözüme. Çamaşır asıyor terastaki iplere. Kadın kısa boylu, zayıf, kıvır kıvır saçları rüzgarda uçuşuyor. Durun, kadın aşağıya sarkıyor, sesleniyor. Bana mı acaba? Yok yok, parkta oynayan oğluna sesleniyormuş meğer.

-Zafer, Zafer! Hadi oğlum yeter koştun. Terleyeceksin. Yemeğe gel. Okula geç kalacaksın yoksa.

-Beş dakka,beş dakka daha.

-Zafer, Zafer !

-Beş dakika dedim ya anneeee…

Beş dakikalar tekrarlandı. Akrep yelkovanı kovaladı. Son ihtar geldi ve  küçük oğlan çocuğu hızla eve koştu. Tam kapıdan içeri girecekken geri döndü. Hemen bitişikteki apartmanın  üçüncü kat balkonundan bakan, saçları iki yandan örgülü güzel kıza eliyle bir öpücük gönderdi. Kız öpücüğe karşılık verdiğinde oğlan çoktan kapıdan içeri dalmıştı.

İlk aşk bu olmalıydı.

Çocuğun arkasından bakakalmışım. Gözüm apartmanın tabelasını arıyor. Beyaz mermerden bir tabela bu. Üzerinde isim yok. Oysa gayet iyi biliyorum. Ayfer Apartmanı burası. Şaşıyorum. Sanki bu apartmanın her katında bir zamanlar Ayfer ailesinin fertleri yaşamamış, burada mutlu burada hüzünlü olmamış. Onlardan hiçbir iz kalmamış. Ne alttaki Rum bakkal ne de yaşlı ayakkabı tamircisi var. Saçı örgülü kızın durduğu balkona bakıyorum kız da yok.O balkon da yok. O apartmanın yerinde yepyeni yüksek bir bina, dayanmış eski Ayfer Apartmanı’na. Arkama dönüyorum, oğlan çocuğunun az evvel koşturduğu parka balıyorum. Park da yok. Kat kat bir otopark, vızır vızır arabalar. 

Fotoğraf makinemdeki  son kareleri siliyor, yoluma devam ediyorum.

BALAT

BEN, BALAT – Işıl Ertunç 2013 -İstanbul

Yirmi birinci yüzyılda ben Balat.

Koskoca İstanbul’un itilmiş, kakılmış, örselenmiş, doldurulmuş, boşaltılmış, yakılmış, yıkılmış, unutulmuş, hatırlanmış semti.

Ben Balat.

İnişli çıkışlı daracık sokaklarıyla, mini mini cumbalı renk renk eski evleriyle, camii, kilisesi, sinagogu, patrikhanesiyle, işkembecisi, kahvehanesi, meyhanesiyle, tarihi geçmişi, umutsuz geleceğiyle bir dünyayım Ben Balat.

Bugün havanın soğuğuna ve yağmura aldırmayan bir gurup kadın, sabahın erkeninde istila ettiler sokaklarımı. Kimi postallarıyla, kimi topuklu çizmeleriyle çiğnediler beni. Bütün sırlarımı bir bir öğrenmek için didik didik ettiler. Saatlerce gezdiler bir aşağı bir yukarı. Ellediler her yerimi, duvarlarımı, ahşabımı, taşımı, kapımı, ağacımı. Yetmiyormuş gibi fotoğraf karelerine hapsettiler beni önümde poz vererek mankenler gibi. Tarihimin bekçisi Kırmızı Mektep’in merdivenlerinden çıktılar, bana bir de oradan baktılar. Aralarında konuşulanlardan duyduğuma göre: Bakarken yükseklerden Haliç’e kimi kendini Macaristan’da zannetti, kimi Romanya’da kimi de bir başka masal ülkesinde. Daha bu hayal dünyasından çıkmadan kendilerini Patrikhane’de buldular. Huşu içinde dualar edildi, mumlar yakıldı, dilekler dilendi. Bacalardan yayılan yanmış odunun kokusunu içlerine çektiler. Yağmur engel olamadı bu inatçı kadınlara. Bulgar kilisesi, ayazmalar, görülmedik yer bırakmadılar. Bir yüzyıldan diğerine hayali yolculuklar yaptılar. 

Yalnızca gezseler gene iyi, ama insanoğlu bu, illaki müdahele edecek yaşantıma. Merak ve öğrenme istekleri bitince hayaller, arzular ve niyetler zihinlerini kurcalamaya başladı. Kulak verdim konuşmalarına. Kimi beni bir sanat ve kültür merkezi olarak hayal etti, kimi meyhaneler ve restoranlar semti ilan etmekten söz etti, kimi de tamamen turizme açmayı teklif etti. İyi ki aralarında bir müteahhit yoktu da bütün semti yıkıp gökdelenler dikmeyi teklif etmedi.

Kimse bana sormadı ne istediğimi. Oysa dikkatli baksalardı görebilirlerdi, sakinlerimin “Evime dokunma!” “Dükkanıma dokuma!” uyarılarını. Cumbadan cumbaya yapılmakta olan kadın sohbetlerine kulak verselerdi, belki hissedebilirlerdi insanlarımın endişelerini.

Beni duyabilselerdi eğer, derdim ki onlara “Beni ellemeyin, hayallerinizde bile ellemeyin! Bana olan olmuş, bari daha ileri gitmeyin! Göçe zorlananları geri getiremezsiniz, bari onların benimle ilgili anılarına saygı duyun ve beni daha fazla incitmeyin. Sadece yalnızlığımın hüznünü paylaşın, yeter!”

Siz, bu eşi benzeri olmayan şehrin insanları! Unutmayın ben Balat’ım. Yüzlerce yıl önce  olduğu gibi Müslüman’a da Yahudiye’ de Rum’a da yer var benim gönlümde.

Yeter ki siz izin verin.

BABAMA MEKTUP

20 Haziran 2021 Yokluğunda eksik kaldıklarım ve sana söyleyebileceklerim yine bunlar canım babacığım,

BABAMA MEKTUP—(2015 Etiler –İstanbul)

Canım babacığım,

İyi ki sana bu satırları yazarken hayattasın  ve iyi ki hastalığına rağmen hala beni tanıyorsun.

Keşke bu yazdıklarımı sana ağlamadan okuyabilseydim.

Keşke, okuduklarımın hepsini anlayabilseydin.

Keşke, keşke şu çaresiz derde düşmeseydin.

Keşke, torunların gibi torun çocuklarını da Eminönü’ne kuşlara yem vermeye götürebilseydin

Keşke onları da senin dizine oturtup, “Babamız Atatürk” kitabını birlikte okuyabilseydin.

Keşke babacığım, onlara da ilk İngilizce sözcüklerini sen öğretebilseydin…  Aynen bize öğrettiğin ve hala teklemeden söyleyebildiğin gibi.

“ One, two, three, four, five, Tom got a fish alive and than, one, two, three, four, five, Tom let it again”

Öğrenmek deyince;

Senden ne çok şey öğrendim,..

Senden öğrendim, okula gitmeden okumayı, hesap yapmayı.

Senden öğrendim, yaz tatillerinde senin hazırladığın matematik problemlerini çözmeyi. (Malûm, o zaman test kitapları yoktu, Nüvit Bey’in hazırladığı ödevler vardı. Resimli Bilgi, Hayat Ansiklopedisi, Doğan Kardeş bir de Babamız Atatürk kitabı vardı.)  

Senden öğrendim kaça kaç oynamayı. ( Amacın oyunla matematik öğretmekti.)

Senden öğrendim, çocuklarımın ödevlerini kontrol etmenin gerekliliğini.

Senden öğrendim, küçük yaşta çocuklarımı sinemaya, tiyatroya, konserlere taşımayı, söz konusu eğitim olunca elde avuçta ne varsa harcamayı.

Senden öğrendim, kitap sevgisini, disiplinli çalışmayı, düzenli olmayı. Senden öğrendim, düşene dost olmayı, paylaşmayı.

Senden öğrendim, dibine kadar dürüstlüğü.

Senden öğrendim, olanla yetinmeyi. Çok ama çok büyüyene kadar da şikâyetçi olmadım bundan. Şimdi, şu koca dünyanın dişlileri arasından ezilmekten kurtulmaya çabalarken, bu konuda sana benzediğim için biraz pişmanım canım babacığım. Keşke daha fazlasını istemeyi, keşke bu kadar susmayı değil de hakkımı aramayı öğretseymişsin. Belki o zaman sadece veren olmaz, verdiğim kadar almasını da bilirdim. Belki o zaman çalışma hayatında bambaşka yerlerde olabilir, daha fazla  kazanırdım. Hoş, kime söylüyorum? Sen parayı hiç sevmedin ki. Fazlası adamı bozar dedin. Aslında, ben de parayla bir türlü barışık olamadım. Ne zaman elime biraz fazlası geçse, ya çaldırdım, ya düşürdüm, ya da birinin ihtiyacını gördüm. Ama ne yazık ki elime geçeni senin gibi kara gün dostu yapamadım. Sen, önceleri annemin dışarıya dikiş dikmesini hiç istemez, gururuna yediremezdin. Ama iş kardeşimle benim kolejde okumamıza gelince buna da göz yumdun. ( Sahi babacığım nasıl yatmıştın Alman Lisesi’nin kapısında sabaha kadar kayıt günü sıramı başkasına kaptırmamak için…)

Ondan sonra babacığım…

 “on bir

Senden öğrendim soframıza gelen nimetin kıymetini bilmeyi, senden öğrendim tek bir pirinç tanesinin değerini ve önüme konan her şeyi sevsem de sevmesem de reddetmeden yemeyi ve tabağımı sıyırmadan masadan kalkmamayı. (Bu yüzden mi acaba, bugün bile aman atılmasın diye evdeki bütün kalıntıları yiyip bitirmek bana düşüyor.)  

Çocukluğa adım adım yaklaştığın şu günlerde, ne zor oluyor bilsen önünden tatlı tabağını kaçırmak. (ne yemene kıyabiliyoruz,  ne yememene) Sofrada her şey yenir, itiraz yok diyen sen, nasıl oldu da şu şeker denen illete yakalandın. ( iyi ki yaşlılık şekeri bu) Yemek saati gelince nasıl da inatlaşıyorsun annemle. (Hoş zaten epeydir ciddi ciddi didişiyorsunuz ya) O sana ‘annelik’ yaptıkça, sen yaramaz, inatçı, aksi bir çocuk oluyorsun. Yemeğini yemen  için biraz zorlayınca da bazen canını bile yakıyorsun kadıncağızın. Sana hiç yakışmayan , senden görmeye alışık olmadığımız hareketler bunlar. Daha geçen gün sokak kapısının önünde yanaklarımı okşamasına alışık olduğum o tombul ellerinle beni nasıl da yumrukladın. ( Bunu yazdığımı bilmesen de olur aslında) İşte sana hiç yakışmayan bir hareket daha.  Senin o yaşlı, yorgun, yumuş, sevgi dolu ellerinden bana ne zarar gelebilir diye düşünmüş, izin vermiştim yumruklamana. Çabuk yorulursun sanmıştım. Hastalığının bu gibi hallerde sana deli kuvveti verdiğini unutmuştum. Affet babacığım, affet! Bırakamazdım seni  bir başına sokaklara, izin veremezdim, göz göre göre elimden kurtulup gitmene. Sen bağırdın, ben ağladım, duvar oldum kapıyla arana. Yedim yumruklarını. Sonunda dermanın kalmadı, pes ettin, yattın uyudun.  Merak etme canım moraran kolumun acısını unuttum gitti. Yüreğimin sızısıysa… Hiç sorma…

Bilmem hatırlar mısın? (Benimki de ne soru ya)… Altı yaşında olmalıyım. İnatçı bir süt dişim apse yapmış canımı yakıyordu. Nişantaşı’ndan tramvayla, Cağaloğlu’na diş doktoruna gitmiştik seninle.  Canımın acısından mı, o koltuğa oturmaktan korktuğumdan mıydı bilmiyorum, yol boyunca ağlamış, mızmızlık etmiştim. Herhalde seni çok utandırmış olmalıydım ki senden ilk ve son tokadı tramvayın orta yerinde yemiştim. Anında ağzıma kan dolmuş, o güne kadar çıkmamakta inat eden dişimi de bir güzel yutmuştum.  Belki hiçbir gün annemin bize kızdığı kadar kızmadığın için, belki de o gün ağzımdan boşalan kandan çok korktuğun için, ne bana ne kardeşime bir daha hiç el kaldırmadın.

Ondan sonra … 

on bir

Canımın içi, bir tanem, sen her zaman sırtımı güvenle dayayabildiğim biri oldun.

Keşke, keşke biraz daha cabbar, biraz daha girişken olabilseydin .

Keşke henüz çocuk denecek yaştayken bir kez kaza yaptın diye araba kullanmaktan vaz geçmeseydin. Belki o zaman, daha çok gezmeye gidebilirdik de annemin hayatı bu kadar sıkıcı olmazdı. Belki o zaman ben de daha cesaretli olur, bisiklete de biner, araba da kullanabilirdim.

Keşke, atan sigorta, yanan ampul, bozulan ütü için hemen tamirciler çağırmasaydın da kendin bir şeyler yapmaya çalışsaydın…  Belki o zaman, annem bunlar gibi daha bir çok şeyi kendisi öğrenip yapmak zorunda kalmaz, sonra da “her şeyi ben yapıyorum bu evde ” diye sızlanmazdı.

Keşke babacığım gök gürültüsünden korkan annemi “ ver Allah’ ım ver” diyerek kızdıracağına onu yumuşacık kollarınla sarıp sarmalayarak sakinleştirseydin. (Oysa, adım kadar eminim ki, sen annemi çok ama çok sevdin ve hiçbir gün onun kılına zarar gelmesini istemedin.)

Ondan sonra babacığım…

on bir

Bize olan büyük sevginden bir an bile şüphe duymadığımız halde, kardeşim de ben de seninle aramızda hep annemi bulduk. Hep onun kendince haklı şikâyetlerini dinledik.  Onu rol model aldık. Seni bugün tanıdığımız kadar iyi tanıyamadık, seni ne kadar çok sevdiğimizi, dile getiremedik, babacığım. Bunun pişmanlığını içimden nasıl atacağımı bilemiyorum. Ancak, şükürler olsun ki tanrıma, bugün sana olan sevgimi rahatça bağıra bağıra söyleyebiliyorum.  Sen zaten sevgi dolusun. Diline üşensen de gözlerinle seversin. Bizi görünce yanaklarını uzatır öpelim diye beklersin.

Beni istemeye geldikleri günkü heyecanını, dilinin dolanmasını hatırladım şimdi. Bir türlü duygularını açık açık söyleyememiş, sadece; iyi ki kızlarım var, ya bir de oğlum olsaydı, vallahi ben gidip kız isteyemezdim, ne zor işmiş bu, demiştin. Eşim de, ben de hep kız çocuklarımız olsun diledik, öyle de   oldu. Acaba biz de biraz senin gibi, erkek çocuk yetiştirmenin sorumluluğundan mı çekinmiştik? İki erkek evladın var şimdi kızların sayesinde. İçin gider onlara, en az bizim kadar seversin. Üstelik saygı duyarsın. İstek onlardan gelince hiç itirazın etmezsin. Kibarsın, saygılısın. Küçük damatları dahi ayakta karşılamak istersin. Onlar da senin gibi biraz fazlaca dürüsttürler. Onlar da senin gibi esnafı korur, kimsenin hakkını yemezler. Bak şimdi bunu yazarken aklıma ne geldi; Mahalle bakkalımız Hüseyin Efendi( rahmetli oldu şimdi) seni pek severdi. Nasıl sevmesin ki… Her akşam koca bir sepet alışveriş yapar başkaları gibi veresiye yazdırmadan öderdin. Hele o yokluk ve zula günleri vardı ya işte o günlerin birinde bakkalı zabıta basıp yağdan pirince ne var ne yok ortaya dökünce evdekilere değil alışverişi dükkanın önünden geçmeyi bile yasak etmiştin. (Sırf adamı utandırmayalım, durumdan istifade etmeyelim diye) Bir gün olsun yüzlemedin rahmetliye yaptığı haksızlığı. Saflık mı, doğruluk mu bu, bilemedim be babacığım. Dünya, insanlar, her şey çok değişti, bir sen ve senin kuralların değişmedi.

Ondan sonra babacığım…

on bir”

İyi bilirdin İstanbul’u yürümeyi(yokluk zamanı yürünürmüş) Biz de birlikte yürüdük senin İstanbul’unu. Nişantaşı’ndan, Taksim’e ,Taksim’den Tünel’e. Tünel geçtik, Eminönü’ Ne için? Kuşlara yem vermek için. Sirkeci’ye gittik, trene binmek, Küçükçekmece’ye kasaplara gitmek için, Beyti’de pirzola yemek için, bazen dönüşte Bakırköy’e halama ziyarete gitmek için. Sonra rutin ezmelerimiz vardı. Cumartesi akşamları ailece Beyoğlu’na gider,vitrin gezer, Atlantik’te sosisli, İnci’de profiterol yerdik. Kombine biletimiz vardı; ya Emek, ya Yeni Melek’e. Sinemayı da sen sevdirdin. Pazar günleri ya Kanlıca’ da şekerli yoğurt, ya da Kavaklar’da midye tava.  Balık pazarını da et ve balık kurumunu da sayende öğrenmiştim.  Eğer yolumuz Sirkeci’ye düşmüşse, Kosta amcanın dükkânına giderdik.  Tanıştığınızda sekiz yaşındaymışsınız ve ikiniz de esnaf yanında  çalışıyormuşsunuz. Bir araya gelince anılarınıza dalar uzun uzun sohbet ederdiniz. Yıllar sonra İstanbul’a gelen yabancı konuklarımızı rehbersiz gezdirebilmemin temelini atan ilk günlerdi bu günler babacığım. Arkadaşlarım mahallelerinden başka yer bilmezken ben İstanbul’u bilmiştim. Yıllar sonra  yabancı konuklarımızı rehbersiz gezdirebilmemin temeliydi bu günler.

Ondan sonra…

“On bir”

Gözünü  giyim kuşam dünyasına açtığın için, piyasanın en iyilerini bilir bizi oralardan alışverişe götürürdün. Aldığımız şeyler eskimek bilmez, bir türlü atılamaz, ihtiyacı olanlara verilirdi. Gerçekten ihtiyacımız olan bir şeyin fiyatını hiç düşünmez, en kalitelisini almak için çaba sarf ederdin. Ayakkabılarım yeniyken çıkarttıkları gıcırtıyla gurur duyar, giymeden önce bir süre başucumda saklardım.( İnsan her mevsim sadece bir ayakkabıya sahip olabiliyorsa onları hiç unutmuyor. Hele hele siyah rugan, üzerinde kırmızı kirazdan süsleri olan bir çift siyah ayakkabım vardı ki…) Bakıyorum da;  senin bile bu yaşta  ne çok ayakkabın var. Kimi yazlık, kimi kışlık, kimi eskitilmiş, kimi sadece üç beş kez giyilmiş. Bir daha giyemeyeceğini bile bile saklanan, bir zamanlar yürüdüğün İstanbul’dan, senin yaşamından anılar taşıyan. Şimdilerde sadece bir çift terlikle bir çift geniş ayakkabı yetiyor kırk yılda bir sokağa çıkacağın günler için. Ah babacığım! Maalesef bir zamanlar elimizden tutup gezdirdiğin yerlere biz şimdi seni götüremiyoruz.  Sadece düz ayak çay bahçelerine, ya da restoranlara gidebiliyoruz.. Oralarda mutlu oluyorsun. Evdekinin aksine dışarıda yemek yerken hiç üzerine dökmüyorsun. Bir kere dışarı çıkınca hiç eve dönmek istemiyorsun. (Haklısın, ben olsam ben de istemezdim be tatlım.)

Daha on altı yaşında bile değilmişsin anneni kaybettiğinde. Birkaç yıl sonra da hakkında pek az şey bildiğimiz babanı. ( Annem üst üste doğurmaktan öldü der, sanki gizliden  gizliye babanı suçlardın) Halalarımın elinde büyümüşsün. Çok yokluk çekmiş yine de bütün kardeşler  yüksek okul mezunu olmuşsunuz. Okumayı çok sevdin bize de sevdirdin babacığım. Seksen beşine kadar elinden kitap düşmedi. Annemi kızdırmak pahasına olsun hep okudun. Bir gün kitabını ters tuttuğunda bir şeylerin ters gittiğini anladık. Ancak çok sonra kabul edebildik hastalığını.

Ondan sonra …

on bir”

Bugün , avuç avuç hapları yutup, uyumakla geçse bile günlerin  hala  her şeye  çok dikkat edersin;  kazara eteğimizin ucu kıvrılmış veya buluzumuz azıcık yukarı sıyrılmış olsun, hemen fark eder yanına çağırırsın, kendi ellerinle düzeltir sonra şekerlemene devam edesin. Sofradan kalkarken masa  örtüsünü bize silkelettirir, sonra da oturduğun yerde bir güzel katlarsın.  En ufacık çöp gözünden kaçmaz hemen atılmasını istersin. Aman be babacığım, ne gerek vardı bu kadar düzenli olmaya?  Bak biz de sana benzedik işte. Rahat vermiyoruz bir türlü ne kendimize, ne çevremize. Başını kaldır da bir bak be cancağızım, dünyanın düzeni kalmamış, değil eşyanın.

Çoktandır küskün gibisin.  Kime…  Bilmiyoruz, bilemeyeceğiz de. Sorsak, söylemezsin ki. Belki yaşadığın şu koskoca ömre, belki de, bu kadar yaşadıktan sonra aradığın huzuru bulamadığına, belki bize, belki anneme. Küskünsün, belki de hatırlamak isteyip hatırlayamadıklarına, ya da hazır her şeyi unutmanın rahatlığını yaşarken birden beyninin oyununa gelip, geçmişten minicik bir anıya takılmana. Oysa açılıp konuştuğunda, ” Ben buradayım ama kafam yok, ben yokum ” diyecek kadar durumunun bilincindesin. Yine de aklın fikrin, hayallerin ve rüyaların, yetmiş yıl gidip geldiğin, hâlâ sadakatle bağlı olduğun iş yerinde. Son yıllarda uyumak için bile olsa gittiğin, kimselerin sana karışmadığı, kalk oradan geç buraya, onu yapma, bunu etme demediği, evde bulamadığın huzuru bulabildiğin bir masan, bir koltuğun vardı ya. Şimdi bir fırsatını bulsan, o huzurlu yere gidebilecekmişsin gibi, gözün hep sokak kapısında. Bu yüzden canım, kapıdaki o kilit, bu yüzden sana yalan söylüyoruz babacığım, ne kadar zorumuza gitse de, ne kadar istemesek de.

Ondan sonra babacığım…

on bir gelir kızım

Canım babacığım, doksan dördüncü doğum gününde ‘iki numaranın, bir numarasından’  bir toruncuk daha geldi dünyaya. (Kızlarını ve torunlarını numaralandırmak ne kolay değil mi canım. İsimleri unutsan da sırayı asla şaşırmazsın sen)  Melis bebeği sen çok sevdin. O senin parçalı bulutlu,  sisli günlerine bir güneş gibi doğdu. Onu bir an önce görmek uğruna nefret ettiğin tekerlekli sandalyeye bile oturdun. Kucağına verdik, sarıldın. Poz verdin kameraya.  Ne içten gülümsemişsin o fotoğrafta. Ne çok sevgi var o ışığı sönmeyen gri gözlerinde.

O ışık sen isteyene kadar da sönmesin canım babacığım.

Seni her zaman çok ama çok seven ‘Bir numara

4Mevsim Mehlika

Yıl 2012.  İstanbul’da yaşıyoruz henüz. Mutfağım bir süredir daha sağlıklı, daha doğal beslenmek uğruna değişim sancıları çekiyor. Yirmi yıldan fazla olmuş anneannemi kaybedeli ama onun lezzetlerinden vaz geçmek hiç de kolay olmuyor. Kızartmalardan başlayarak daha birçok yeme alışkanlığımıza çoktan veda etmeye başlamışız. Beyaz undan tam buğday ununa, fırın ekmeğinden kendi ekşi mayamla yaptığım ev ekmeğine geçmişiz. Ancak hallen o güne kadar uyguladığım tariflerde yaptığım her değişiklik için ” aman anneannem duymasın” diyorum. Sanki bazen elimi tuttuğunu, bazen arkamdan konuştuğunu, bazen de mutfağımda gezinip dolaplarımı karıştırdığını hissediyorum. İnsan ara sıra kendi kendine konuşur ya, ben de bir gün kendimi onunla konuşurken buluyorum. O gün bu konuşmaları kaleme dökmeye  niyet ediyorum. Tamam, diyorum madem mutfağımız değişiyor o zaman bu reçeteler kaybolmasın, bir kitapta yaşamaya devam etsin. Yazıyorum sonra, yazmak yeterli olmuyor, her yemeği profesyonelce fotoğraflıyorum. Sonra yazdıklarımı kapıp Yazı Evi dostlarıma koşuyorum. Okuyorum. Seviyorlar. Durma devam et, diyorlar. Her hafta yazdıklarımı sabırla dinliyorlar. Sonra sevgili Yeşim Cimcoz, hadi gel toparlayalım bu yazdıklarını diyor ve 4 Mevsim Mehlika’nın ilk taslağı doğuyor. 2013 sonunda hazır olan ve renkli fotoğraflarla süslenmiş  bu taslağın adı “Anneannem dedi ki!”  

Şimdi aradan geçen sekiz yılda kitap neredeydi, nasıl oldu da adı değişti, ve o renkli yemek fotoğrafları neden kitapta yer almıyor, bunları uzun uzadıya yazıp sizi yormak istemem. Zamanı geldi, dosya dinlenmekte olduğu yerden ortaya çıktı ve bu haliyle basılması uygun görüldü.

Daha henüz bir haftalık dolmamış, sadece benim  değil bütün ailemiz için de çok kıymetli bir bebek şimdi 4 Mevsim Mehlika.

Ne demişti Mehlika Sultan: Bak kızım, sofra bizim için sadece karın doyurduğumuz yer değildir, orada hikayelerimiz de pişer, demlenir, paylaştıkça çoğalır.

Şimdi buyrun siz de bu sofradan nasibinizi alın, sevgili dostlar.

Bu kitabın gerçekleşmesinde emeği geçen herkese ama öncelikle sihirli dokunuşları için kızlarıma ve beni durmadan destekleyen yeğenlerime ve değerli aileme teşekkür ederim.