Çengelköy

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: cengelkoy.jpg

 “Burgazada’ya Niyet Çengelköy’e Kısmet!”

Olsun…

Her ne kadar İstanbul’u Yazıyorum grubumuzun mayıs ayı gezi rotası aylar öncesinden Burgazada’yı göstermiş olsa da doğa habersizce kendi takvimine 24 Mayıs 2013’ü “Şiddetli lodos fırtınası” olarak kaydetmiş bile.

Bir gece öncesine kadar,  Sait Faik’in anılarıyla dolu evini, adanın  mor salkımlı sokaklarını ve ünlü vişneli milföyünü hayal eden, ne yağmura, ne kara, ne de kavurucu sıcağa pes etmeyen biz İstanbul yazıcıları bu defa güneybatıdan esen o sert rüzgara yenik düşmüştük.

Olsun…

B Planımız hemen devreye giriverdi ve rotayı Çengelköy’e çevirdik. Oysa, ne Tarihi Çınaraltı Kahvesi’nin hafta sonu yorgunu garsonları, ne de tarihi Çengelköy simit fırını geleceğimizden haberdardı.

Olsun…

Yine de gelsin tavşan kanı çaylar, yağlı sokak poğaçaları, gevrek simitler. Oturduğumuz masaya eklenen bir masa , derken bir daha, bir daha. Kalabalıkla edilen neşeli ama sade bir kahvaltı. Ardından bize kucak açan daracık ama şirin Çengelköy Sokakları. Evlerin çoğu henüz üzerini değiştirmeye fırsat bulamamış, yıllanmış bir pavyon şarkıcısı gibi çırılçıplak ortada kalıvermiş. Üzerlerini değişebilenlerse oldukça kıymete binmiş, el değiştirmiş, sınıf atlamışlar.

Olsun…

Sokak desem değil, çıkmaz desem o da değil, olsa olsa bir aralığın adı olacaktı “Meserret”. Çalılarla kaplı bir bahçe duvarına öylesine iliştirilmişti bu tabelacık.  Erken karar vermişim. Meğer neredeyse bir mahalleyi çepeçevre dolanan upuzun bir sokağın, dahası bir de kocaman apartmanın adıymış “Meserret”.  Herhalde anlı şanlı bir kadınmış bu Meserret hanım. Adı gibi mutlu mesut muydu acaba? Yoksa hayata küskün dertli bir hatun mu?

Bir köşede mahalle berberi, diğerinde küçük bir bakkal, bir sokakta kunduracı, diğerinde eski elektrikli aletler tamircisi. Mahalle olur da evden eve gerilen iplere asılan çamaşırlar, camlardan sarkan meraklı başlar, fısır fısır  dedikodular olmaz mı?

Olsuuun…

Çengelköy’de bunların hepsi var.

Ancak semtin sokaklarını birbirimizden ayrı gezmemize ve buluşma noktası belirlememiş olmamıza rağmen bizi mıknatıs gibi kendine çeken, yok yooook, adeta kollarını açmış bekleyen bir mekan var ki. İnanılmaz. Birkaç titrek fırça darbesiyle “Hurma 6” yazılmış bir de ağaç resmedilmiş tabelasına. Kapı önünde bu küçücük kahveye davet çıkartan mavi tahta sandalyeler, daveti geri çevirmeyip başını kapıdan uzatanlara sunulan huzurlu bir ortam. İç içe geçmiş, mini minnacık odacıklar. Araya sıkışmış bir mutfak köşesi. Antikacı dükkanını aratmayan objelerle süslenmiş raflar, duvarlar. Eskicilerden toplanıp yenilenmiş mobilyalar. İnsanda oturup yazma isteği uyandıran rahat koltuklar. Okumak isteyene kitaplar. Beni anneannemin evine girmişim gibi hissettiren daha bir çok şey. Sohbeti koyu yazar bir baba ve sanatçı çocukları. Niğde gazozu. Türk kahvesi. Nefis ev yemekleri.

Daha ne olsun…

Kalemler defterler çıkmış Çengelköy kalemlerimizin ucunda. Zeki Müren’in eşsiz sesi duyuluyor duvarda asılı duran çocukluğumun radyosundan. 

“O ağacın altını şimdi anıyor musun?”

Düşünüyorum; acaba o ağaç Çengelköy’ün asırlık çınar ağacı olabilir mi?

Olsuun…

24 Mayıs 2013 Çengelköy

Reklam

Sütlü Simit

SAİME ARICIOĞLU/ 2021

Sokaktan gelip geçenleri görebildiğim onlarla ayni hizada bir evde oturmuş muydum hiç… Ne zaman yazmaya otursam yine yaşanmışlıklara gidiyor elim. Zihnim, kendinde var olanı ortaya çıkarıyor. Eh, Bazen onu da dinlemek lazım. Başlayayım o zaman.

Yıl  bin dokuz yüz seksen beş. Ocak ayı. Sıcacık bir odadan karlı sokağı izlemenin keyfiyle yaşadığım Ankara kışlarını hiç unutmadım.Pansiyonerdim. Işıklarda uyusun çok iyi bir ev sahibim vardı. Yalnız yaşıyor, üç odalı evinin  iki odasını da kız öğrencilere kiraya veriyordu. Okula o kadar yakındı ki. Kalın duvarlı sıcacık bir odaydı. Evin kocaman yemek masası da benim payıma düşmüştü. Ortada gaz sobam, duvar kenarında tek kişilik yatağım, gömme bir dolabım vardı.

Karlı bir kış günü pencerenin önünde masanın başında oturmuş çalışacak derslerle seyredilecek kar tanelerini yarıştırıyorum düşüncelerimde. Ve sokaktan bir kadın geçiyor. Kayıp düşmemek için sanırım  bahçemizin parmaklıklarına tutunuyor. Göz göze geliyoruz. Kadın beni ben kadını görüyoruz. . Belli belirsiz bir selam veriyor. Başıyla boynunu sarıp sarmaladığı şalıyla tanışmıştım zamanında. Bir de yorgunluğuyla. İfadesi canlı. Yaşayan gözlerle bakıyor. Ne anlatır bana bu bir anlık bakış? Anlatmalı mı? Mecbur değil hiçbir şeye. Gülümsemesi bile gerekmiyor. Düşmemek için tutunduğu korkuluğun demirine sıkıca sarılmış elinde kahverengi eldivenleri . Tıpkı şalı gibi kahve tonlarıyla çizgiler atılmış. Biliyorum parmakları üşüyor. Savrulan kar içine içine dolmasın diye gözlerini kısmış. Omuzlarında kar taneleri . Onun hikayesini biliyorum. Tanıyoruz birbirimizi. Komşumuz. Benden  on yaş kadar büyük. Sınav günlerinde beni uyandırması için rica ederim. O da sağ olsun kırmaz elinden geleni yapar. Öyle ki zili çalıp duyuramadığında oklavasıyla bahçeden camımı tıklata tıklata illa ki uyandırır. Ne diyeyim o kadar ağırdır ki uykum. Ne zil ne de seslenmek kar eder.

Gelelim o güne. Görünmeyen elinde Ankara’nın sıcacık sütlü simitleri ve içi krema dolu Alman pastasını taşıyor.

Nereden mi biliyorum? Hikaye bu ya; gerçekte olanı sadece tanrı bilir. Her şey olabilir. Ya da hiç biri …Yazan kalemiyle oya gibi işler de işler. Yeteneği hayal gücü, hayal gücü yeteneği kadardır.

Ah o sütlü simitler. Gidip ben de alayım. Çayı da sobanın üzerine koyarım. Gelene kadar demlenir. Sonra oturup da afiyetle yerim. Bu da olabilir. Benim ruhum da kadının ki gibi uçuşarak dolanmakta mıdır? Ooo çok sıkıcı oldu. Alman pastası bulsam da yesem. Yada sütlü simit. Bu gün de geçmişteki keyfi alır mıyım? Gerçek den keyifli miydi? Ben şu anda o anı özlediğim için mi hissetiklerim bu kadar güzel.

Kadın yeterince dinlenmiş olmalı ki korkuluklara tutuna tutuna yürümeye devam edip  görme alanımdan çıkıyor. Benim de canım simit istiyor ama evde ekmek peynir var, onları da yesem olur. Dışarı çıkamam.Hem üşürüm ben şimdi. Üşürüm ben çok üşürüm. Çay demleyeyim bari. Zilin sesi olanı olacağı aklımdan çıkarıverdi. Kapımda beni çağırıyor.

 -Çay demledim,” hadi sen de gel, hem simitle Alman pastası aldım. Hadi kuzum hadi üşütme evi,  bekliyorum.

İşte tam da böyle olmuştu o zil sesinden sonrası. Bu ne ilk ne de son daveti olacaktı evine. O pansiyonda kaldığım sürece bana abla, kardeş, anne oldu. Göz kulak oldu. Çok yalnızdı. Çocuğu yoktu. Eşi bütün gün çalışırdı. Doğuştan gelen şeker hastasıydı. Gözleri  de hasar görmüştü şekerden. İnsülin iğnelerini  arada bana vurdururdu. Şimdi daha iyi hatırlıyorum diyetinde yasak olduğu için fırından  aldıklarını yemezdi ki. Onlar sırf benim içindi. Bütün ailesi İstanbul da yaşarken o  oradaydı benim gibi.  Bazen anlatırdı hayatından  ufak ufak bir şeyler. Gençlik vardı serde anlamazdım?

Sonra sonra dönüp baktığımda anılara gördüm benimle dertleşmeye çalışmış olduğunu. Oysa ben sadece dinlerdim Ve unuturdum o kapıdan çıkınca. Zaten onun da derdi dinlenilmekti ya….

Saime Arıcıoğlu 2021

  •  
    •  
    •  

KUTLAMA, SEV

8 Mart 2021 / ŞEBNEM KÖKSAL

-İyi günler hanımefendi. Ben ve kameraman arkadaşım, VayTV için sokak röportajları yapıyoruz. Size  8 Mart Dünya Kadınlar Günü ile ilgili birkaç soru sormamız mümkün mü acaba?

-Buyrun yavrum, sorun.

-Kaç yaşındasınız?

-Ne alakası var?

-Pardon, anlamadım?

-Esas ben anlamadım. Kadın günüyle benim yaşımın ne alakası var? Hem kadınların yaşı sorulmaz. Kimse öğretmedi mi bunu size?

-Özür dileriz. Maksadımız, emekli misiniz onu öğrenmekti.

-64

-Maşallah! Hiç çalıştınız mı? Para kazanmak için yani….

-Yok, çok zevk aldığım için çalıştım otuz yıl. Dolu dolu, dilek olay! Yoksa sen para için mi çalışıyorsun oğul?

– Nasıl yani?

-Saf mısın yavrum sen. Tabii para için çalıştım. Ne biçim sorular bunlar?

– Şakacısı da hep beni bulur. Neyse..Çocuğunuz var mı?

-Eskiden vardı. Üç tane…

-Allah korusun, öldüler mi yoksa?

-Yok çocuğum, ölmediler, büyüdüler. Şimdi çocuk değiller demek istedim.

-E haliyle, teyze. Sormamın amacı, çocuklarınıza kim baktı siz çalışırken; onu merak ettim.

-Büyük ortancaya baktı, ortanca küçüğe. Büyüğe de yedi yıl konu komşu baktı.

-Allah bağışlasın.

-Neyi bağışlasın?

-Çocuklarınızı…

-Niye, ne yaptılar ki?

-Hiçbir şey.

-Niye korkutuyorsun yaşlı başlı kadını be oğlum?

-Lafın gelişi, teyzecim. Peki siz emekçi bir kadın olarak, bugünle ilgili neler söylemek istersiniz?

-Emekçi değildim ki ben. Son ütücüydüm.

-Nasıl ya?

-O emekçi dediğin ne iş yapar bilmem. Ben konfeksiyonda ütü yaptım diyorum.

-Teyze sen benimle kafa buluyorsun galiba. Çattık.

-Haşa çocuğum. Niye kafa bulayım senle? Cahilim ben, okumadım.

-Sadece ilkokulu mu bitirdin teyze?

-Yok, onu da bitirmedim. Beşinci sınıfta sözlediler beni. Daha okul açılalı bir hafta olduydu; okuldan alıp dikiş nakış kursuna gönderdi babam beni.

-Yanlışın vardır teyze. Beşinci sınıfta daha on bir-on iki  yaşındasındır.

-On iki, evet. On beşimde evlendim. On altıda ana oldum.

-Nerelisin teyzecim sen?

-Türk’üm. İki saattir Türkçe konuşuyorum ya senle oğul! Vah vah ! Biraz kafa gidik galiba sende.

– Hangi şehirde doğdun, büyüdün diyorum.

-Sivas. Sivas’ın Acıpınar köyü, bilir misin?

-Yok, nerden bileyim teyze? Emekli maaşın vardır, di mi? O kadar sene çalışmışsın.

-Emekli olmadım ki…Meğer bizim atölye sigorta primlerimizi hep eksik ödemiş. Dağ keçisi gibi seneleri atlaya atlaya….Bildin mi dağ keçisi sen?

-Allah Allah! O kadar zaman nasıl ortaya çıkmamış ki bu?

-Ben bilmem. Beyim hastalandı. Ona bakmak için emekli olayım deyince çıktı ortaya. 

-Resmen suç işlemişler şerefsizler. Dava falan açsaydınız….

-Çocuklar bir yandan, beyimin bakımı bir yandan; dedim ya cahilim diye. Nasıl becereyim öyle mahkeme işlerini yavrucum?

-Eşinizin maaşıyla mı geçindiniz?

-Yoktu ki maaşı. İnşaatlarda gündelik çalışırdı rahmetli.

-Teyze, tam Türk dizisi gibi oldu bu ya. Nereden bulduk biz seni Allah aşkına?

-Aha ben bu sokakta yürüyordum. Önüme dikildiniz ya az önce.

-???

-Sen git bir doktora görün evladım. İyi değilsin sen.

-Tamam teyzem, tamam. Haklısın. İzin verirsen kadınlar gününü kutlayayım bari.

-E, kutla hadi bakalım. Nesini kutlayacaksan kadın olmanın? Onun yerine şansın yaver gidip  erkek doğduğun için ben seni kutlayayım.

En Büyük Babalar

İlknur Güneylioğlu

Uzun, yeşil, kadife perdenin arkasındayım. Sırtım, pencereye dayalı. Ahşap çerçeveden sızan rüzgâr, boynuma saçlarımdan yollar çiziyor. Evler yapıyor, bahçeli. Çeşmeleri, hortumlardan incecik akıtıyor. Ağaçlar dikiyor. Sokak kedileri bırakıyor birkaç çiçeğin yanına. Karıncalar diziyor toprağa. Çocukları oynatıyor gölgede. Çocuklar, evler yapıyor çamurdan. Bahçesiz. Çeşmesiz. Ağaçsız, kedisiz, karıncasız. Çamurdan çocuklar yapıyorlar. Kahverengi, gri, taşlı, cıvık. Katılaşıyor çamurdan çocuklar, kurudukça. Kararıyorlar. Anneleri sesleniyor kurumuş, kararmış çocuklara: “Haydi, yemek hazır!” Gelemezler, yürüyemezler, kırılırlar, parçalanırlar.

Perdenin arkasından, geniş salona hiç çıkmıyorum. Çıkamıyorum. İşim çok. Ben de kucağımda, kendi canımdan yeni yeni babalar yaratıyorum. Bakıyorum, olmuşlar mı? Henüz değil. Biraz vakit var. Yere bırakıyorum onları. Ayağımla duvar dibine itiyorum. Soğuk vursun ki çabuk olsunlar. Birbirlerine çarpıyor bazıları. Kimisi kenara çekiliveriyor. Geriniyor, etrafa bakınıyorlar. İçlerinden bir tanesi yukarı kaldırıyor başını. Yaratıcısını arıyor. Beni görür görmez öyle bir küçümseme ve boş vermişlikle buruşturuyor ki yüzünü, kendimden şüphe ediyorum. Çirkin bir kız mıyım, aptal mıyım, işe yaramaz mıyım, fazlalık mıyım? Baba, taşyüreklinin teki! Öfke duyuyorum. Beni aşağıladığı için ondan nefret ediyorum. Yarattığımı tanımaz, bilmez miyim?

Birden omzuma atlıyor, oradan da boynuma tırmanıyor. Hareketli oyuncak askerler gibi yakışıklı, dinç, atik. Kumandası buralardadır. Kıpırdanıyorum, ağır perde havalanıyor, ama yok, hiçbir yerde kumanda yok. Baba kontrolden çıktı!

Çamurdan çocuklara bağırıyor.

“Anneniz sizi sofraya çağırmadı mı!”

Çocuklar utanıyor.

“Ne ahmak çocuklarsınız siz, ben yokken annenizi üzmeyin demedim mi!”

Çocuklar ürküyor.

“Size harçlık yok, size yeni ayakkabı yok, size gezmek yok, size sevgi yok, size sarılmak yok, sizi dinlemek yok, size hiçbir şey yok! Her şey başkalarının çocuklarına var, çünkü onlar akıllı, onlar terbiyeli, onlar iyi evlatlar!”

Çocuklar telaşlanıyor.

Fark ediyorum, babalarım kıpır kıpır. Artık, iyice olmuşlar. Bana en çok yakışan giysilerim üzerimde. Mis kokuyorum, makyajım hazır. Karşılarına oturup, dikkatle dinliyorum anlattıklarını, anlatamadıklarını. Yemekler hazırlıyorum. Onları çok sevmem için nedenler arıyorum. Annem gibi, onlara dayanabilmek için kendime yalanlar uyduruyorum. Beni çok seveceklerine inanmak istiyorum. Beni hep kucaklayacaklar, kollayacaklar, alnımdan öpecekler biliyorum.

Saçlarımın arasındaki baba iyice yükseltiyor sesini. Tüm mahalleye duyuluyor.

“Kaldırın kıçınızı, eve gidiyoruz!”

Çamurdan çocuklar gidemez. Kaskatılar. Bacakları, kolları hareket edemez. Tükürükler saçıyor baba. Çocukların bedenlerine yapışıyor ıslaklıklar. Kurumuş çamur yeniden sulanıyor. Eriyor çocuklar. Bahçenin toprağına karışıyor.

Çevremdeki babalar, seslerden olsa gerek, birden huysuzlaşmaya başlıyor. Her şey planlarımın tersine dönüyor. Kokumu, makyajımı, yemeklerimi beğenmiyorlar. Beni sokağa salmıyorlar. Kitap okumama kızıyorlar. Beni konuşturmuyorlar. Başka kadın istiyorlar. Üstüme yürüyorlar. Bacaklarımın arasına giriyorlar. Yüzüme tokat patlatıyorlar. Beni dövüyorlar, bıçaklıyorlar, silahlarıyla vuruyorlar.

Babalarımı, daha büyük babalara şikâyet ediyorum. En büyük babalar, “Haksızsın, uysal değilsin!” diyor, duvarlar dikiyor, kapıları kapatıp, zincire vuruyor beni.

En büyük babalara soruyorum.

“Sizi kim yarattı?”

“İnsanoğlu,” diyorlar.

“Bu küçük babaları da ben yarattım,” diyorum.

“Hayır, onları da aynı insanoğlu yarattı,” diyorlar.

“Bu oyunu oynamak istemiyorum!” diye bağırıyorum.

“Ben, artık, çamurdan çocuk değilim, zekâm, sağduyum, aklım ve sezgim ile yaşam deneyimlerimin içinde bilge bir kadınım! Erimem, parçalanmam, un ufak olmam! Yeni yeni babalar aramayacağım, koruyup kollanma ihtiyacı duymayacağım! Varım, var olacağım! Perdelerin arkasından dışarı, sokağa çıkacağım!”

Kumandasız baba, omzuma geri zıplayıveriyor. Oradan da diğer babaların yanına.

Tüm babaları kutuya kaldırma vakti. Kutunun kapağını bir daha açmamak üzere sımsıkı kapatıyorum. Aşağılamaları, azarları, dayakları, tecavüzleri, , bıçakları, silahları hapsediyorum.

Annem konuşuyor, salonda hazırladığı masanın yanından: “Çağırsana, artık, çocukları! Ne yapıyorsun bir saattir o perdenin arkasında? Anneanneleri çok özledi onları, ama evde durdukları yok.”

Pencereyi açıp, “Haydi, yemek hazır!” diye sesleniyorum, bahçedeki kızlarıma. Çiçekleri suladıkları hortumu fırlatıp, koşuyorlar eve. Su akıyor. Hep akıyor su. Özgür, berrak, ışıl ışıl…

İlknur Güneylioğlu

CAFCAFLI

20 Şubat 2021

Belki bugün yarındır, diye mırıldanarak kilidi açtı. Paslanmış bu da benim gibi düşüncesi geldi oturdu yüreğine. Sonra çıkartıp attı paslı kilidi dükkanın karanlığına. Düğmeyi çevirdi.  Floresan ampul bir iki titredi, sonunda mavimsi bir ışıkla aydınlattı ortalığı.  Perdeyi araladı.  Arkaya geçti. Bir süre aynadaki adamla hasbıhal etti. Saçların da amma uzamış be oğlum. Bugün yarın derken tıraşı da boşladın. Öğleni geçirmeden halletsen bu işi. Hem belki bugün….

Sarkmış  omuzlarını dikleştirdi. Meşin önlüğü üzerine geçirdi. Dolaştı dükkanı önce. Sıraya konmuş işlerine göz gezdirdi. Yolları bir türlü doğru dürüst asfaltlamayan, çukurları doldurmayan, kaldırım taşlarını ikide bir değiştiren belediyeye şükür, dükkan yürüyordu. Zaten hiçbir şey eskisi kadar sağlam değildi. Ne tabanlar gerçek kösele, ne topuklar demirli, ne de kullanılan deri deriydi. Pek şikayeti yoktu. Ancak her yere spor ayakkabıyla gitmek moda olunca çırağa yol vermişti.

Teslime hazır işlere baktı sonra. İsimleri kolayca görülecek şekilde diziliydiler raflara. İsimler; onlar hep tanıdık, hep aynı. Mahalle esnafının kunduraları, Ayşe teyzenin kızının çizmesi, Handan hanımın zenneleri, Ahmet beyin ikizlerinin okul ayakkabıları. Müjgan teyzenin terlikleri. Sapları dikilecek bir iki çanta.

Sadece biri, biri yabancıydı.  Gide gele aşınmış poşetlerin arasından çekti çıkarttı onu. Pahalı mağazaların birinden alındığı her halinden belli, cafcaflı poşeti açtı. Haftalar önce aceleyle tamir ettiği yüksek topuklara heyecanla baktı. O an ten rengi naylon çoraplar içinde bir çift narin ayak göründü kırmızı deri iskarpinin içinden. Yüreği hop etti.

 “Çok acelem var bunu hemen yarına hazır ediverin,  diğerinin atkısı kısalacak şimdi kalsın ne zaman olursa? ”

Ne adı ne telefonu vardı.

Diğeri aklına geldi. Diğerini çalıştığı tezgahın altına koymuş bekletiyordu. Bekletmiyor, bekliyordu. Her an yarın olmasını bekliyordu. Geldiğinde onu buyur edecek, ölçü almak için tabureye oturmasını isteyecek. Bu kez incecik bantlı sandaletleri o narin ayaklara kendisi giydirecek. Elleri incecik bileklerle buluşunca yüzü kızaracak. “olmuş mu …“ derken, ağır ağır yukarı doğru yol alan bakışları çıplak yanık tenini okşayıp nihayet gözlerine değecek, pahalı bir çiçek kokusu yüreğini delecek, dünyası değişecek…

Cafcaflı poşeti provaya hazır sandaletlerle birlikte göz önünde bir yere koydu. İçeri giren çıkan, genç yaşlı, kadın erkek müşterilere cevap verirken öğleyi buldu.  Önlüğünü çıkarttı. Dükkanı karşıdaki manavın çırağına emanet edip berberin yolunu tuttu.

Pasından arınan yüreği umutla kanatlanmış koşarak geri gelirken, içindeki ses; “belki bugün, yarındır” diye bas bas bağırıyordu. Dükkana yaklaştığında adımları ağırlaştı, kolları iki yana sarktı. 

Umut cafcaflı poşete girmiş köşeyi dönüyordu.

2021’den 2020’ye mektup

Bu mektup “Ben de yazıyorum” atölyemin katılımcılarından sevgili Saime Arıcıoğlu’na aittir ve izniyle burada yer alıyor.

Ne yaptın 2020, naptın sen ! Biraz  fazla mı eğlenmişsin ne? 

Etraf toz duman. Bu kadar savruk kullanılır mı hayat?

Ne yaptın sen? Yakmış yıkmışsın. Bir iki filiz veren baş bıraksaydın keşke. Kimeydi bu öfken.? Yazık, yazık. Kendine yazık. Sen nasıl geldin bu noktaya.

Ooooo.!. Ya da tam bir partileme. 2020 tam bir partileme. Ama yani püüü…. Ölümüne bir parti olmuş. Dopaminler seretoninler yükselmiş yükselmiş sonra dibe vurmuş. Altın vuruş. O ne öyle. Hiçbir şeyi var kılmayarak, var olanı yok ederek nereye varmayı beklersin? Ayol bi durup kendine bakmamışsın. Hiç kimseye hiçbir şeye , içindeki yaşam gücüne bile kulak asmamışsın. Zarar ki ne zarar, herkese her şeye, kendine bile zarar.

Şimdi ben nasıl toplayacağım bütün bunları. Söyle bana. Öyle bırakıp gitmek olmaz. Ben yaptım oldu halleri mi takınacaksın? Toplayın bakalım ezikler toplayabilirseniz  mi diyeceksin? Tabii sen gittin. Sorumsuz bir eş gibi kapıyı vurdun çıktın. Bana da enkazı temizlemek kaldı. Yuh sana yuh! Koca bir yıla yuh. Söylensem ne olur, nedenlemeye çalışsam ne kazanırım?!

Hadi bakalım,  iş başa düştü, bir ucundan toparlamak gerek artık. Söylenmek nafile. Eylem zamanı. Bakalım zarar ziyan ne durumda. Envanter alalım, elde kalanlara bakalım. Çözüm zamanı.

Önümde bana sadece bana ait topu topu 365 gün var. Yaraları sarmak lazım önce. Fiziksel derlenip toparlanma ardından duygusal onarmaların yolunu açar. Temizlik yapalım önce o zaman. Etrafı toplamaya başlayalım. Aman aman kaldırmalıyım şunları gözüm görmesin. Azrailin tırpanı bile meydanda. Söyleyin  gelip alsın. Yok yok götürün verin ona. Taze canlar var dünyaya gelmeyi bekleyen. Hemen hemen tertemiz bir alan yaratalım onlar için. Başlangıçları güzel olsun. Hadi kirli her şeyi bir güzel yıkayıp kurutup yerleştirelim. Umutlar serpiştirelim oraya buraya. Kasveti dağıtmak için tatlı rüzgarlar yaratalım. İncitmeden okşar gibi essinler önüne katıp uzaklara götürsünler bu kasvetli havayı. Yağmurlar gelsin temizlesin bu dumanı. Ateşi söndürsün, külünü akıtsın. Karmaşayı koca denizlere taşısın nehirler. Dönüşümün tohumlarını beslesin su damlaları. Yeninin ateşini körüklerken eskiyi parlatın ki değerlerini ortaya koysunlar. Yakın ışıklarını isteyen herkes faydalansın onlardan. Eski kolay oluşmuyor. Hayatın bilgeliği saklı eskilerde.  Yeninin gözündeki ışıkla paylaşıyor bilgeliğini. Şöyle yukarıya doğru koyun herkes görsün. Hadi hadi çabuk olalım. Gün yeni yıla umutla doğsun. Aydınlatsın dünyayı.

Etraf toparlanmaya başladı. Neyse ki temelleri sağlam bu hayatın. Yıkıma değil yapmaya, yaratmaya, zamanı geldiğinde de yerini yeni gelene bırakmaya programlı. Sana da biraz haksızlık mı ettim ne 2020. Sen de bir önceki yılın fırtınalarıyla karşılaştın.  Belki de ancak bu kadar engelleyebildin. Bu kadarına gücün yetti. Keşke bi otursan da karşıma anlatsan bir bir sen nelerle karşılanmıştın… Gelen felaketler zinciri miydi? Sen ne yaparsan yap olacak olan oldu mu? Bu cevap mantıklı bence de. Elinden geleni yaptın. Direndin. Savaştın. Yıkıma, ölüme engel olmaya çalıştın. Kurtarabildiğini kurtardın, engel olabildiğine oldun. Elinden gelen buydu. Ya da en baştaki bakışıma geri dönersek ooo yeeeaah!  diyerekp harlamaya başlayan ateşe odun mu attın. İçindeki boşluğu doldurmak için felaketlerden zevk alan biri misin /birimiydin? Bu iki hali de barındırman mümkün mü kendinde. Bilemem.

Her ne olduysa oldu kalan beni karşıladı. Olan da olmayan da artık bana bakıp duruyor. Durumu yönetmek de kibriti çakıp oturup izlemek de bana kalmış… Bakalım benden ne çıkacak?. Sonunda bana geri dönecek olan ne? Yaşamak lazım lakin cevap vermek için. Olanı olduğu gibi kabul mümkün değil. Aslolan bundan ötesini idare etmekdeki  becerim.

 Hadi başlayalım.

Saime ARICIOĞLU 2021

Dedikodu Yapacağıma

Dedikodu Yapacağıma  / 2013 Arşivimden

– Sonaycığım, bizim masayı şöminenin yanına mı alsak diyorum, hava oldukça soğuk. Biliyorsun Nazan torununu getirmezse oyuna gelemiyor. Kanepeye yakın olursak belki uyur oğlan.

– Nurten Ablacığım, alalım hemen. Bu arada bacak kadar çocuğun yeri mi burası Allah aşkına.Nazan ablaya bir kez diyecek oldum, söylediğime söyleyeceğime pişman oldum.Sizin samimi arkadaşınız, siz deseniz bir kere de. Müşteriler de şikâyetçi. Edepsiz geçen hafta bunların masasının altına saklanmış…

– Eeeee!

– Kızların bacaklarını dikizliyormuş bacaksız. Olacak şey değil vallahi. İşimden gücümden olacağım. Ben şuranın ruhsatını alana kadar ne çektim sen biliyorsun.

– Haklısın canım,babannesi hamama, anneannesi oyuna götürürse, o çocuktan ne hayır gelir ki. Baksana gide gele okuma yazmayı sökmeden kanastayı sökecek. İyi ki parasına oynamıyoruz, yoksa esaslı bir kumarbaz olur çocuk. Desene hem de çapkın bir kumarbaz.

Yandım ben yandım… Nurten abla erken geldi ya,işin yoksa laf yetiştir.

– Masanın yeri iyi oldu mu ablacığım? Hem aydınlık, hem de sıcacık.

– Sağ ol. Nazan’ı en sıcak köşeye alırız. Ben Berrin’le şöyle pencereye yakın otururuz. Malum, ara sıra iyi saatte olsunlar geliyor ya bize. Şu menapoz halleri, bilirsin işte.

Nereden bileceksem. Daha otuz beşimi yeni bitirdim ayol.  

– Neredeyse gelirler. Gecikmeseler bari. Zaten haftada bir kerecik buluşuyoruz. Maksat kafa çalıştırmak. Alzheimer hastalığına bulmaca yapmaktan bile daha iyiymiş oyun oynamak.

-Yok artık, Nurten ablacığım.Allah korusun!

Bu kadar çok konuşan kadın bir de Alzheimer  olursa…

– Burayı kadınlar kahvesi yapman ne iyi oldu. Evde oyun oynanmıyordu. Bir gün önceden hazırlık yap, yemekti, kahveydi, çaydı derken akşam oluyordu.

-Ablacığım, sen yabancı değilsin, müsaadenle ben yeni gelen hanımlarla ilgileneyim.

Nurten hanıma kalsa sadece onunla sohbet edeyim. Müşterilere kim bakacak acaba…

– Tabii kızım tabii. Zaten şunun şurası dört masacık. Aman müşterini kaçırma!

Şunun şurası iki lafın belini kırdık. Duyan da dükkan doldu boşaldı sanır.

–  Bunlar da “hırsız” oynayacaklarmış. O da sizin gibi kafa çalıştırmak için iyiymiş.

– Öyleymiş de şimdi sen diyeceksin ki bu kadar oynuyorsunuz da siz yararını gördünüz mü?

Pek emin değilim. Kafamda bin tane iş. Aramızda kalsın, dün evden alelacele çıktım, asansöre girdim, kapıyı kapattım, gözüm aynaya kaydı; saçımın boyası gelmiş, kaşım çıkmış, gıdım sarkmış derken asansörün kapısı açıldı arkamda en üst kattaki komşunun oğlu. Ben yüzümü inceleye durayım asansörün düğmesine basmayı unuttuğum gibi yukarı çekildiğimin de farkında değilim. Rezil oldum, rezil. “Bir problem yok değil mi Nurten Teyzeciğim, kendi kendinize konuşuyordunuz da” demesin mi? Yemin ver kız Sonay, bizimkilere ağzından kaçırmak yok, bozuşuruz.

-Söz, söz. Merak etmeyin siz. Geldim hanımefendi geldim. Yemekleriniz de geliyor.

Yandık vallahi işin yoksa cevap yetiştir.

-Sonay, bak ne diyorum. Sen aslında şu şöminenin önüne bir Şark Kahvesi köşesi yapsan. Bir de bir falcı ayarlasan, bak paraya para demezsin. Ne iyi olur.

 Bu kadar akıl vereceğine oturup bir şeyler içse de masanın parasını çıkartmaya başlasak.

-Onu düşündüm düşünmesine de şu ara çok masrafım var. Annem gelenler evlerinde gibi hissetsin kızım, yerler ahşap, perdelerle abajurlar bir örnek el örgüsü, masa örtüleri nakışlı olsun deyince biraz fazla açıldık.  İnan olsun şu tabela bile dünyanın parası tuttu. Ahşap olsun, ferforje çerçevesi olsun derken…

-Biz de herkese reklamını yapıyoruz Sonaycığım. Keşke biz de daha sık gelebilsek. Hoş bazen oyun oynamaya mı geliyoruz yoksa didişmeye mi onu da bilemiyorum ya. Hafızayı koruyacağız derken arkadaşlığımız bozulacak. Sen de duyuyorsun, hır gür eksik olmuyor masamızdan.

-Öyle vallahi…

-Aramızda kalsın en çok da şu Şükranla uğraşıyoruz. İyi hoş ama çok sabırsız kardeşim. Sırası gelmeden kâğıt çekmeye kalkınca oyun bozuluyor. Helen geçen hafta ne yaptı bilsen…

-Yine ne yaptı?

-Benimle eşleşmişti. Dokuzdan el açıyoruz; ben açtım diye dök kağıtları ortaya bir sayıyorum ki sekiz buçuk. Bütün elimiz göründü. Yine battık tabii.

-Hay Allah! Vah vah…

–  Kurada Şükran’ı çektiğim günler onun yüzünden kaybediyoruz. Öyle pişkin ki, “Kumarda kaybettim, aşkta kazanırım bu akşam“ deyip kalkıyor masadan. Kızım sen zaten çoktan aşkta kaybetmemiş miydin? Sen değil miydin yatak odası hikâyelerini bir bir anlatıp adamı beş paralık eden. Sen değil miydin kocanın cebinde o mavi hapları bulduğunu anlatan…

-Deme abla, o nasıl söz öyle. Siz çok eski arkadaşsınız.

Ayıp ayol. Şu hale bak birazdan öpüşüp koklaşacaklar bunlar.

-Ben Nazan’la eşleşmeliyim. Hoş o da kabız ellidir. Kıyamaz cocolarına, açamaz oyunu bir türlü. İşin yoksa bekle dur.

-Ablacığım müşteriler…Geldim efendim.

-Seni lafa tuttum, bari beklerken sana yardım edeyim. İnşallah bugün hafif bir şeyler hazırlamışsındır bize. Almışım yine kiloları.

Alırsın tabi, hopini gırtlak. Hafif yap der, kremalı pastalara dayanamaz…

-Bugün size sebzeli krep yaptım. Üzerine de şekersiz bir meyve tatlım var ki, ağzınıza layık.

-Kızlar gecikmese bari. Nazan oğlanı doyurur gelirim demişti. Berrin güzellik salonuna uğrayacaktı. Kaşlarının dövmesi silinmiş, onları düzelttirecekmiş. Haftaya da oyun gününü değiştirelim diyor. Botoks randevusu varmış yine. Bana illa sen de gel şu göz kapaklarını kaldırtalım, gıdını aldıralım diye ısrar ediyor ama gözüm yemiyor.

-Doğru.

– Kardeşim şu Berrin’in  tanımadığı ne doktor,  ne estetikçi var memlekette. Bu kadar gençleşme merakı kimin için anlasam? Koca desen yetmişlik olmuş. Kafada tek tel yok. Kat kat göbek. Gençken de tipsizdi zaten. Aaa! Sakın sevgili yapmış olmasın bu Berrin…

 -Yok artık Nurten ablacığım. Nereden aklınıza gelir böyle şeyler bilmem.

Berrin Hanım duymasın ama ben de şüpheleniyorum.Geçende birinin kolunda geçiyordu başını çevirip bakmadı bu yana. Günahı boynuna…

– Hah bak, iyi insan lafı üstüne. Berrin arıyor… Gecikecekmiş biraz. Hiiiç şaşırmadım. Ne  güzel bir şey koktu öyle. Yoksa havuçlu kek mi var?

-Elmalı pay yaptım briç gurubuna, tarçınlı. Neyse yeni müşteriler de yemeklerden memnun kaldılar. Haftada iki gün geliriz dediler.

Diyet falan hikaye, versem elmalı payı önden götürür vallahi.

– Bu dükkânın en iyi tarafı köşe başı olması. Yılbaşı üzeri bir güzel de süslersin, Avrupa’daki kafelerden farkın kalmaz.  Sana benim Noel kurabiyelerimin orijinal tarifini de veririm.

-Ne iyi olur, belki gelir süslemesini de gösterirsin.

 – Olur olur. Of, bekle bekle sıkıldım. Hah!Şimdi de Nazan arıyor… Trafik varmış, on dakikaya geliyormuş… Onda da torun muhabbetinden başka şey yok ama oyunda iyidir. Kuralları da hep o hatırlatır. Her şeyi bildiğini iddia eder ama bunu freeshopta bir kazıklamışlar ki sorma gitsin.

-Deme yahu!

-Geçen hafta bir deste oyun kâğıdıyla geldi. Gerçek Kem, diye bir hava bir hava. Kâğıtları kutusundan çıkartalım ki ne görelim, kâğıtlar sahte.

-Ne diyorsunuz?

– Bizimki mosmor. Kem küm etti geçiştirdi.

-Nurten ablacığım, sen biraz şu dergilere bak istersen. Hem de o sırada dinlenirsin. Kızlara oyundan önce bu haftaki bütün sanatsal faaliyetlerini anlatacaksın ya! Benim mutfakta biraz işim var. 

Ben yeteri kadar şiştim, biraz da onlara kalsın enerjisi.

Aaaa! Şuna da bakın onlar gibi  dedikodu yapacağıma hiç değilse sanattan söz ediyorum ayol.

Üstelik Bedava

Bu metin 6 yıl önce “DURAKTA” teması üzerine yazdığım bir hikayeydi. Arşivden çıkıverdi.

Kalabalığın ter kokuları üzerime sinmiş, sıcaktan bayılmama ramak kalmıştı. Balık istifi gibi alt alta, üst üste yığılmıştık. Şoför otobüsün kapılarını durak harici açar açmaz içeriye hücum eden oksijeni burnuma çektim. Ayaklarım yerden kesildi. Şükür, tek parça halinde dışarıdaydım. İçinden çıkmayı başardığım konserve kutusu inen onca insana rağmen hala tepeleme doluydu. İşe gidebilmek için Zincirlikuyu durağında aktarma yapmam gerekiyordu. Hızlıca gerisin geriye durağa doğru acı içinde yürümeye başladım. Parmaklarım sandaletlerimden dışarı uğramış, üstelik otobüste üzerinde gezinenlerden de nasibini almıştı.

Bayram dönüşüne köprüdeki intihar vakası da eklenince yollar arapsaçına dönmüş Avrupa yakasında bu sabah hayat adeta felç olmuştu. Durakların çevresi benim gibi sıcaktan bunalmış ümitsiz yüzlerle doluydu. Gün, soğuk su satan çocuklarla selpakçıların günüydü. Sabah gazetelerinin çoğu yerlere oturanların altındaydı.

Kalabalığı yara yara durağa ulaştım. Gölgesine girebilmeyi bile büyük şans saydığım sırada duraktaki bankların birinin ucuna ilişmiş yaşlı bir teyzenin yanına oturmam için kaş göz ettiğini gördüm. “Sıkıştırmayayım” dediysem de teyze ısrarlı ben yorgundum. Annem rahatsızlanınca mütevazi bayram programım da suya düşmüş, gelene gidene hizmet etmekten usanmış, tatilin sonunu iple çekmiştim. İyice kenara geçip bana yer açınca ikiletmedim. Ancak huzursuzdum, ikide birde ayağa kalkıp geçen otobüslere bakıyordum. Hiç birinin yolcu almaya niyeti yoktu.

Sıkılmıştım. Göz ucuyla bana yer açan yaşlı teyzeye baktım. Bir yandan yelpazelenirken diğer yandan kitabını okuduğuna göre, acelesi olmayan tiplerdendi. Elimde olmadan tepeden tırnağa süzdüm kendisini. Annemin saçlarına benzettim saçlarını. Özel bir boyayla renklendirilmiş morla beyaz arası kısa saçları bigudiden yeni çözülmüş gibi muntazam kıvrımlarla kulaklarını örtüyordu. Pudralı buruşuk yüzü dudaklarındaki kırmızı rujla noktalanıyordu. Üzerinde beyaz, delikli incecik bir triko altında bej rengi poplin pantolon vardı. Bluzunun üzerine taktığı kat kat kolye hiç de yabancı değildi. Daha bu sabah boynuma takıp sonra bu sıcakta seninle uğraşamam deyip çıkartmıştım aynısını. Beyaz deriden spor ayakkabılarının rahatlığını anlamam için görmek bile yeterliydi.. Meraklı bakışlarla kendisini incelediğimi fark etmesi uzun sürmedi. Mor plastik çerçeveli gözlüğünde birleşti bakışlarımız. Sıcacık gülümseyişi içimi serinletti. Hafifçe doğrularak,

 “Teyzeciğim sizi de rahatsız ettim.” Dedim.

 “Ne münasebet evladım. Ne rahatsızlığı. Baksana şuncaacık kadınım. Sığışıverdik işte. Otobüslerin haline bakarsan seni bilmem de ben daha çok oturacağa benziyorum burada.” Derken elindeki ayracı okuduğu sayfanın arasına iliştirip kitabını kapattı.

“ Aslında alışığım duraklarda beklemeye ama bugün diğerlerinden farklı. Sanki İstanbul dolmuş dolmuş bugün taşmış. Baksana neredeyse öğlen olacak. Hadi ben neyse de işi gücü olan ne yapsın. Sen de işe gidiyorsun herhalde.”

“Evet ama bu gidişle anca paydosa yetişeceğim.

“ Ya siz, siz hangi otobüsü bekliyordunuz?”

“Önemli değil. Hangisi boş gelirse ona binerim artık. Hiç acelem yok. Beklerim.”

Bir yandan yelpazesini hızlıca sallarken bir yandan da bluzunu çekiştirip hava almaya çalışıyor.

“Off, aman Allahım, bu ne sıcak. Şu incecik şeye bile tahammülüm yok. Keşke kızımı dinleyip içime bir atlet giyseydim. O zaman bu üzerimdekini çıkartabilirdim. Ne diyorsun, bluzum güzel değil mi? Kızımın hediyesi. Onlara gittiğim zaman bir vitrinde beğenmiştim. Seksen yaşıma bastığım gün kapımda süslü bir paket buldum. Meğer kızım doğum günümü unutmamış, beğendiğim bluzu alıp kargoyla yollamış. Paketin içine ayrıyeten bir de atlet koymuş. Telefonda tembih üstüne tembih, buluzumu atletsiz giymemeliymişim. İçim görünürmüş. Çok beğendim diye almışmış, yoksa bu delikli şeyi sokaklarda giymem hiç mi hiç yakışık almazmış. Bu yaştan sonra bir de nasihat dinledim. Baksana Allah aşkına,  fena mı olmuş böyle? Tiril tiril, havadar. Hem kim neyimi görecek de yakışık almayacak?”

Kulağıma iyice yaklaşıp, fısıltıyla devam etti,

“ Etrafta bunca kütür kütür şeftali varken millet benim içi geçmiş mandalinalarıma bakar mı hiç? Hoş, ben sana bir şey diyeyim mi bunların içi geçmiş ama çok şükür benim içim daha geçmedi. Çektim mi ayağıma sporları, her yere yürürüm vallahi. Şu üzerimdeki pantolon var ya,  nereden baksan on beş, yirmi yılı vardır. Hala içine girebiliyorum. Bizim orada bir spor merkezi var. Spor da yaparım. Zumba biliyor musun, zumba süper bir dans. Ben zumba da yaparım, rumba da.”

Konuşuyordu.

Susuyordum.

 Ne anlatacaktım ki? Okul bittikten sonra hemen işe girdiğimi, boş zamanlarımı internet başında geçirdiğimi, arkadaşlarımızla bile ancak sanal ortamda görüşebildiğimi, yorgun yatıp yorgun kalktığımı mı anlatacaktım.

“Haklısınız teyzeciğim spor şart tabi, bir de zamanımız olsa. Görüyorsunuz işte, şu koca şehirde yutulup gidiyoruz. Günümüz yollarda geçiyor. Çoğumuz işten eve, evden işe. Sabahları doğru dürüst kahvaltı bile yapamadan evden çıkıyoruz. Sonrasında da gelsin poğaçalar börekler.”

Blue jeanimden fırlayan göbeğimi işaret ederek.

“Sonuç kilolar.”

Çantasını karıştırdı. İçinden önce bir torba galeta ardından bir termos çıkarttı. Heyecanlı heyecanlı,

“ Al evladım al şu galetalardan ye, içini bastırır. Burada ayran da var. Harareti keser, iç kızım iç, çekinme. Ben bunlar olmadan asla sokağa çıkmam.” Dedi ve elini yine çantasına daldırdı. İçinden aldığı elmayı minik çakısıyla soymaya başladı. Ellerine bakmaktan alıkoyamadım kendimi. Buruşmuş ipeğe benzeyen incecik elleri yaşını gösterseler de kırmızı ojeli tırnakları bunu hemen inkar ediyorlardı.

Şaşkındım.

Acıkmıştım.

 Bir iki galeta ve bir bardak ayrana hayır demedim.

Sohbetimiz sürerken trafik açılmış, otobüsler yolcu almaya başlamıştı ama benimki bir türlü gelmemişti. İşe geç kalmıştım bir kez. Hem bugün kim vaktinde işine gidebilmişti acaba.

İlk gelen boş otobüse binmek üzere toparlandım.

Mor gözlüklü durak arkadaşıma veda edecektim ki peşimden ayağa kalktı.

 “ Ben de senin bineceğin otobüse bineyim kızım. Bari yolda iki laf daha ederiz. Nasılsa akşama kadar otobüsler de duraklar da benim. Gez gezebildiğin kadar. Üstelik bedava.”

UÇURTMA

Azra uykudaydı. Karanlığa uyandı. En korktuğuna… Annesi sımsıkı sarmıştı onu kollarıyla.. Şaşkınlıkla  gözlerini ovuştururken  babasını ve Ahmet’i gördü oturma odasının sımsıkı kapatılmış tahta panjurları arasından usulca sızan gün ışığında.

Babası eliyle dudaklarını kapatarak küçük kızın yanına yaklaştı ve sessizce,

“Azracığım, Ahmet’le  ben birkaç gün evde olacağız, ayni tatillerde olduğu gibi. Buna sevineceksin değil mi? Böylece senin en sevdiğin oyunları birlikte oynamaya bol bol vaktimiz olacak. Ancak bir şartım var, ilk oyunumuz “ tıp”. Ben işaret verinceye kadar konuşmak yok, tamam mı tatlı kızım”… Dedi. Azra’nın yüzü asıldı; ama o bu oyunu bilmiyordu ki… O abisiyle saklambaç oynamayı severdi en çok. Bir abisine bir babasına baktı. Ahmet korkularını gizlemeye gayret ederek koştu, ona sarıldı ve kulağına, merak etme en çok da saklambaç oynayacağız, dedi. Bu sözler üzerine Azra’nın yüzü aydınlandı. Neşeyle odanın içinde koşuşturmaya başladı. Ahmet’in ürkekliğini, annesinin telaşını, hele hele babasının endişelerini anlamaksızın.

Sonraki saatler oldukça eğlenceli geldi Azra’ya. Beş yaşının saflığıyla ayak uydurdu  hiç denemediği bu oyuna. Babasının komutlarına da. Sessizce seyretti annesinin topladığı ufak tefek eşyaları ve giysileri mutfağa taşımasını. Sorularını biriktirdi küçücük aklında. Sustu… Ailecek oyun oynamak çok eğlenceli olacaktı. Üstelik de mutfakta…

Sonra babası mutfağa geldi, yerdeki kilimi ayağıyla ittirdi. Azra’nın hep nereye açıldığını merak ettiği o küçük ahşap kapak ortaya çıktı. Azra için oyun iyice heyecanlı olmaya başladı. Kapak çok sıkışmıştı; zorlanarak büyük bir gıcırtıyla açıldı.

“ Hepimizden çok ses çıkarıyor, hemen menteşelerini yağlamalıyız bunun Ayşe” dedi babası.

Azra kapağın da oynayacakları oyuna katılabilmek için sessiz olması gerektiğini düşündü. Baba önden, Ahmet, annesi ve Azra ardından daracık kapıdan aşağı inen taş merdivenlerden soğuk bir karanlığa doğru ilerlediler. Tavandaki ampullerin cılız ışığında mekanın gerçek kiracıları için saklambaç başlamıştı bile. Hızla köşelerine kaçıştılar.

Ufak bir masa, birkaç sandalye ve iki eski yatağın bulunduğu odaya küf ve toz kokusu hakimdi. Azra heyecanla odanın içine oradan oraya koşarak hayalindeki masala açılan kapıyı aradı. Bulamadı. Canı sıkıldı. Çocuk sabrı taşıyordu. Ağladı ağlayacaktı. Babası mutfakta toplanan eşyaları bir bir aşağıya taşırken annesi de odayı yaşanacak hale getirmeye çalışıyordu. Ahmet elinde  oyuncak sepetiyle merdiven başında belirinceye kadar somurttu durdu Azra.

Gündüzleri mutfakta akşam olunca karanlık oyun odasında sürüyordu saklambaç. Ahmet’in okula gitmeyişini, babasının  neşesizliğini annesinin sofraya daha az ekmek koymasını ve sürüp giden bu sessizliği delen gök gürültülerinin nedenini anlayamıyordu Azra. Ne annesi ne babası anlamasını istemezdiler zaten.

Bir sabah babası omuzlarında ve şapkasında yıldızlar olan bir takım elbiseyle indi merdivenlerden. Azra koştu kucağına atıldı. Omzundaki yıldızları okşamaya başladı. Sonra burnu gıdıklandı. Hapşırdı. Tıpkı babaannesinin sandığı gibi kokuyordu babası.

“Birkaç gün için şehre gidiyorum,  ben yokken oyunu bozmak yok. Gelince sana söz verdiğim uçurtmayı beraber yapacağız sonra hep birlikte uçurmaya gideceğiz.” Dedi.

Azra günlerdir biriktirdiği gözyaşlarını salıverdi yıldızların arasına. Burnunu çeke çeke ağlarken sordu,

“Kuyruğu da olacak değil mi?”

Babası taş merdivenleri tırmanıp mutfağın içinde kaybolurken Ahmet’in de annesinin de gözleri yaşlıydı.

Günler geçerken Azra şaşkınlık içindeydi; oynadıkları bu saklambaç oyununu, kimden saklandıklarını anlamasa da, Ahmet’in okula gitmeyip onlarla beraber olması, annesinin konu komşuya gitmemesinden memnundu önceleri. Ama arkadaşlarını görememek, bahçeye çıkamamak hoşuna gitmiyor, canı çok sıkılıyordu.

Annesinin iyice azalmış unla ekmek yoğurduğu bir gündü. Ahmet küçük kardeşini omuzuna almış mutfağın tavana yakın pencereden dışarıyı göstererek oyalamaya çalışırken birden kulakları tırmalayan bir sesle irkildiler.  Azra’nın hiç tanımadığı, Ahmet’inse unutamadığı; benzer bir ses duyduğunda masanın altına saklandığı ya da o sesi bastırmana kadar bağıra bağıra şarkılar söylediği…

Hortlayan savaşın sesi yaklaşıyordu.

Derken sokaklarda bir koşuşturma başladı, insanlar çığlık çığlığa sığınacak bir yer aramaya başladılar. Önlerine gelen her evin kapısını vurup yardım istiyorlardı.  Azra daha ne olduğunu anlamadan oyun evine inmiş, mutfağa çıkan küçük kapıyı kapatmışlardı. Gerçek saklambaç şimdi başlıyordu. İlk kez sokak kapısının vurulmasına aldırmadı annesi. Azra’yı da Ahmet’i de yorganın altına soktu, elleriyle kulaklarını tıkadı. Uçaklar yaklaşıyordu. Az sonra dışarıda bombalar patlayacak ortalığı kan gölüne çevirecekti. Ahmet’in Azra yaşındayken tanıştığı savaşı küçük kızı bilmesin diye çok dua etmişti Ayşe ama olmamıştı. Yedi yıl sonra canavar geri dönmüştü. Ertesi sabah oynadıkları oyunun ‘savaş saklambacı’ olduğunu söylemek zorunda kaldı küçük kızına.

Azra artık bu oyuna katılmak istemiyordu. Sık sık mızmızlanıyor, odasına çıkıp pencereden bakmak istiyordu. Neden artık hiç yumurta yemiyorlar, süt içmiyorlardı? Neden bu oyun bitmiyordu, neden babası gelmiyordu? Neden annesi sık sık ağlıyordu? Neden bazı geceler mutfak kapısını üstlerine kapatıp kendisi yukarıda kalıyordu.  Neden o gecelerde üst kattan koca koca adamların sesleri duyuluyordu? Azra o zaman çok korkuyor, Ahmet’in koynuna saklanıyordu.

Bir süre sonra Azra artık cevap alamadığı soruları sormamayı öğrenmişti.                                   

Sonra bahar geldi. Umut da birlikte… Savaşın sesi uzaklaşmıştı. Yine de kasabada hala pazar kurulmuyordu. Boş sokaklar aç köpeklere kalmıştı. İnekler süt vermez, tavuklar yumurtlamaz olmuştu. Konu komşu elinde kalanı takas ederek karın doyuruyordu. Azra ile Ahmet hala sokağa çıkamıyorlardı ama karanlık oyun odasına artık daha az giriyorlar günlerini mutfakta geçiriyorlardı. Yeni bir işi olmuştu annesinin, kasabaya yerleşen zengin ailelere yiyecek karşılığı çamaşır yıkıyor, ütü yapıyordu. Giderken kapıyı üzerlerine kilitliyor, karanlıkta gidip karanlıkta dönüyordu. Eve getirdiği yiyecekler sayesinde hepsinin solgun yüzlerine azıcık renk gelmişti. Siren sesleri günden güne azalıyordu. Ancak korku kirli sarı bir buluttu kasabanın üzerinde.  Sokaklarsa kan ve irin kokuyordu.

Azra boya kalemleriyle babasına benzeyen adamlar ve uçurtma uçuran çocuklar çiziyordu her gün. Doğum gününde babası gideli aylar olmuştu. Annesi çalıştığı evden getirdiği bisküvilerle minicik bir pasta hazırlamış, Ahmet de günlerdir gizli gizli uğraşarak yaptığı kırmızı kuyruklu uçurtmayı kardeşine armağan etmişti.

Eksikti küçük kız, Ayşe gibi, Ahmet gibi, kasabadaki tüm çocuklar gibi… Artık uçurtması elinde yemek yiyor ona sarılarak uyuyor, sokağa çıkmasına izin verilecek günü iple çekiyordu.

Sonra yeni haberler geldi. Barış olacaktı. Babası eve dönecekti…

Annesinin gözleri başka bakıyordu artık. Yine de evden çıkarken kapıyı üzerlerine kapatıyordu. O savaşı ikinci kez görmüş, ikinci kez yaşamıştı. Hem de iliklerine kadar. Askerlerin dönüş haberini aldığı o sabah bir şey söylemedi çocuklara. Ümit vermek istemedi. Babanız geliyor demedi. Hızlıca giyindi. Telaşla çıktı evden. Treni karşılamaya koştu. Kapıyı kilitlemeden…

Azra yüksek pencereden dışarıyı seyrediyordu. Önce annesinin gidişini gördü, sonra birden karşı komşunun kızını. Elinde bez bebeği kapının önünde oturuyordu. Uçurtmasını kaptı, kapıya koştu umutsuzca ama kapı açıktı.

Sirenler acı acı çaldı… Ahmet yukarı koştu.

Kapı açıktı. Sokaklar kanlı…

UÇURTMA                                                                                Işıl Ertunç 2018

Önce ortalık karardı. Sonra her şey sustu.

Azra uykudaydı. Karanlığa uyandı. En korktuğuna… Annesi sımsıkı sarmıştı onu kollarıyla.. Şaşkınlıkla  gözlerini ovuştururken  babasını ve Ahmet’i gördü oturma odasının sımsıkı kapatılmış tahta panjurları arasından usulca sızan gün ışığında.

Babası eliyle dudaklarını kapatarak küçük kızın yanına yaklaştı ve sessizce,

“Azracığım, Ahmet’le  ben birkaç gün evde olacağız, ayni tatillerde olduğu gibi. Buna sevineceksin değil mi? Böylece senin en sevdiğin oyunları birlikte oynamaya bol bol vaktimiz olacak. Ancak bir şartım var, ilk oyunumuz “ tıp”. Ben işaret verinceye kadar konuşmak yok, tamam mı tatlı kızım”… Dedi. Azra’nın yüzü asıldı; ama o bu oyunu bilmiyordu ki… O abisiyle saklambaç oynamayı severdi en çok. Bir abisine bir babasına baktı. Ahmet korkularını gizlemeye gayret ederek koştu, ona sarıldı ve kulağına, merak etme en çok da saklambaç oynayacağız, dedi. Bu sözler üzerine Azra’nın yüzü aydınlandı. Neşeyle odanın içinde koşuşturmaya başladı. Ahmet’in ürkekliğini, annesinin telaşını, hele hele babasının endişelerini anlamaksızın.

Sonraki saatler oldukça eğlenceli geldi Azra’ya. Beş yaşının saflığıyla ayak uydurdu  hiç denemediği bu oyuna. Babasının komutlarına da. Sessizce seyretti annesinin topladığı ufak tefek eşyaları ve giysileri mutfağa taşımasını. Sorularını biriktirdi küçücük aklında. Sustu… Ailecek oyun oynamak çok eğlenceli olacaktı. Üstelik de mutfakta…

Sonra babası mutfağa geldi, yerdeki kilimi ayağıyla ittirdi. Azra’nın hep nereye açıldığını merak ettiği o küçük ahşap kapak ortaya çıktı. Azra için oyun iyice heyecanlı olmaya başladı. Kapak çok sıkışmıştı; zorlanarak büyük bir gıcırtıyla açıldı.

“ Hepimizden çok ses çıkarıyor, hemen menteşelerini yağlamalıyız bunun Ayşe” dedi babası.

Azra kapağın da oynayacakları oyuna katılabilmek için sessiz olması gerektiğini düşündü. Baba önden, Ahmet, annesi ve Azra ardından daracık kapıdan aşağı inen taş merdivenlerden soğuk bir karanlığa doğru ilerlediler. Tavandaki ampullerin cılız ışığında mekanın gerçek kiracıları için saklambaç başlamıştı bile. Hızla köşelerine kaçıştılar.

Ufak bir masa, birkaç sandalye ve iki eski yatağın bulunduğu odaya küf ve toz kokusu hakimdi. Azra heyecanla odanın içine oradan oraya koşarak hayalindeki masala açılan kapıyı aradı. Bulamadı. Canı sıkıldı. Çocuk sabrı taşıyordu. Ağladı ağlayacaktı. Babası mutfakta toplanan eşyaları bir bir aşağıya taşırken annesi de odayı yaşanacak hale getirmeye çalışıyordu. Ahmet elinde  oyuncak sepetiyle merdiven başında belirinceye kadar somurttu durdu Azra.

Gündüzleri mutfakta akşam olunca karanlık oyun odasında sürüyordu saklambaç. Ahmet’in okula gitmeyişini, babasının  neşesizliğini annesinin sofraya daha az ekmek koymasını ve sürüp giden bu sessizliği delen gök gürültülerinin nedenini anlayamıyordu Azra. Ne annesi ne babası anlamasını istemezdiler zaten.

Bir sabah babası omuzlarında ve şapkasında yıldızlar olan bir takım elbiseyle indi merdivenlerden. Azra koştu kucağına atıldı. Omzundaki yıldızları okşamaya başladı. Sonra burnu gıdıklandı. Hapşırdı. Tıpkı babaannesinin sandığı gibi kokuyordu babası.

“Birkaç gün için şehre gidiyorum,  ben yokken oyunu bozmak yok. Gelince sana söz verdiğim uçurtmayı beraber yapacağız sonra hep birlikte uçurmaya gideceğiz.” Dedi.

Azra günlerdir biriktirdiği gözyaşlarını salıverdi yıldızların arasına. Burnunu çeke çeke ağlarken sordu,

“Kuyruğu da olacak değil mi?”

Babası taş merdivenleri tırmanıp mutfağın içinde kaybolurken Ahmet’in de annesinin de gözleri yaşlıydı.

Günler geçerken Azra şaşkınlık içindeydi; oynadıkları bu saklambaç oyununu, kimden saklandıklarını anlamasa da, Ahmet’in okula gitmeyip onlarla beraber olması, annesinin konu komşuya gitmemesinden memnundu önceleri. Ama arkadaşlarını görememek, bahçeye çıkamamak hoşuna gitmiyor, canı çok sıkılıyordu.

Annesinin iyice azalmış unla ekmek yoğurduğu bir gündü. Ahmet küçük kardeşini omuzuna almış mutfağın tavana yakın pencereden dışarıyı göstererek oyalamaya çalışırken birden kulakları tırmalayan bir sesle irkildiler.  Azra’nın hiç tanımadığı, Ahmet’inse unutamadığı; benzer bir ses duyduğunda masanın altına saklandığı ya da o sesi bastırmana kadar bağıra bağıra şarkılar söylediği…

Hortlayan savaşın sesi yaklaşıyordu.

Derken sokaklarda bir koşuşturma başladı, insanlar çığlık çığlığa sığınacak bir yer aramaya başladılar. Önlerine gelen her evin kapısını vurup yardım istiyorlardı.  Azra daha ne olduğunu anlamadan oyun evine inmiş, mutfağa çıkan küçük kapıyı kapatmışlardı. Gerçek saklambaç şimdi başlıyordu. İlk kez sokak kapısının vurulmasına aldırmadı annesi. Azra’yı da Ahmet’i de yorganın altına soktu, elleriyle kulaklarını tıkadı. Uçaklar yaklaşıyordu. Az sonra dışarıda bombalar patlayacak ortalığı kan gölüne çevirecekti. Ahmet’in Azra yaşındayken tanıştığı savaşı küçük kızı bilmesin diye çok dua etmişti Ayşe ama olmamıştı. Yedi yıl sonra canavar geri dönmüştü. Ertesi sabah oynadıkları oyunun ‘savaş saklambacı’ olduğunu söylemek zorunda kaldı küçük kızına.

Azra artık bu oyuna katılmak istemiyordu. Sık sık mızmızlanıyor, odasına çıkıp pencereden bakmak istiyordu. Neden artık hiç yumurta yemiyorlar, süt içmiyorlardı? Neden bu oyun bitmiyordu, neden babası gelmiyordu? Neden annesi sık sık ağlıyordu? Neden bazı geceler mutfak kapısını üstlerine kapatıp kendisi yukarıda kalıyordu.  Neden o gecelerde üst kattan koca koca adamların sesleri duyuluyordu? Azra o zaman çok korkuyor, Ahmet’in koynuna saklanıyordu.

Bir süre sonra Azra artık cevap alamadığı soruları sormamayı öğrenmişti.                                   

Sonra bahar geldi. Umut da birlikte… Savaşın sesi uzaklaşmıştı. Yine de kasabada hala pazar kurulmuyordu. Boş sokaklar aç köpeklere kalmıştı. İnekler süt vermez, tavuklar yumurtlamaz olmuştu. Konu komşu elinde kalanı takas ederek karın doyuruyordu. Azra ile Ahmet hala sokağa çıkamıyorlardı ama karanlık oyun odasına artık daha az giriyorlar günlerini mutfakta geçiriyorlardı. Yeni bir işi olmuştu annesinin, kasabaya yerleşen zengin ailelere yiyecek karşılığı çamaşır yıkıyor, ütü yapıyordu. Giderken kapıyı üzerlerine kilitliyor, karanlıkta gidip karanlıkta dönüyordu. Eve getirdiği yiyecekler sayesinde hepsinin solgun yüzlerine azıcık renk gelmişti. Siren sesleri günden güne azalıyordu. Ancak korku kirli sarı bir buluttu kasabanın üzerinde.  Sokaklarsa kan ve irin kokuyordu.

Azra boya kalemleriyle babasına benzeyen adamlar ve uçurtma uçuran çocuklar çiziyordu her gün. Doğum gününde babası gideli aylar olmuştu. Annesi çalıştığı evden getirdiği bisküvilerle minicik bir pasta hazırlamış, Ahmet de günlerdir gizli gizli uğraşarak yaptığı kırmızı kuyruklu uçurtmayı kardeşine armağan etmişti.

Eksikti küçük kız, Ayşe gibi, Ahmet gibi, kasabadaki tüm çocuklar gibi… Artık uçurtması elinde yemek yiyor ona sarılarak uyuyor, sokağa çıkmasına izin verilecek günü iple çekiyordu.

Sonra yeni haberler geldi. Barış olacaktı. Babası eve dönecekti…

Annesinin gözleri başka bakıyordu artık. Yine de evden çıkarken kapıyı üzerlerine kapatıyordu. O savaşı ikinci kez görmüş, ikinci kez yaşamıştı. Hem de iliklerine kadar. Askerlerin dönüş haberini aldığı o sabah bir şey söylemedi çocuklara. Ümit vermek istemedi. Babanız geliyor demedi. Hızlıca giyindi. Telaşla çıktı evden. Treni karşılamaya koştu. Kapıyı kilitlemeden…

Azra yüksek pencereden dışarıyı seyrediyordu. Önce annesinin gidişini gördü, sonra birden karşı komşunun kızını. Elinde bez bebeği kapının önünde oturuyordu. Uçurtmasını kaptı, kapıya koştu umutsuzca ama kapı açıktı.

Sirenler acı acı çaldı… Ahmet yukarı koştu.

Kapı açıktı. Sokaklar kanlı…

Işıl Ertunç 2018

Dürtü

Uykumun en derin yerindeyim. Biri beni dürtüyor. Ne oluyor, sen de kimsin ne güzel rüya görüyordum dememe kalmıyor, başlıyor vıdı vıdı söylenmeye… Vay efendim, ne zamandır hayal kurmayı bırakmışım da ne olmuş bana da ne kaleme uzanıyormuş elim ne klavyeye de… Varsa yoksa okuyormuşum da nereye kadarmış da mış mış mış…

Meğer gelen sevgili yazma dürtümmüş. Hayal kurmayı bırakınca onu da bırakmışım. Sabah sabah, daha ortalık aydınlanmamışken masa başına geçmemin nedeni bu işte.

Adı lazım değil şu musibet güzel dünyamızın ( sahi öyle miydi?) üzerine çöreklendiğinden beri ne kadar az yazdığıma bakılırsa söylenmekte haklı olduğunu kabul etmeliyim. Yoksa gerçekten hayal kurmayı bıraktım mı acaba, diyerek fırladım yataktan. Önce zihnimi kurcaladım sonra yüreğime baktım. Kısa bir meditasyon…. Cevap yine benden geldi.” Dur! Daha hayal edebileceğin bir şeyler var. küçük, büyük tüm ailen ve dostlarınla birlikte sağlıkla hayatta kalmak. Onlarla bir sofrada keyifle yemek yemek. Maskesiz, mesafesiz kucaklaşmak.

Şaşkınım. Ben bütün bunlar için her gün şükrediyordum. Şimdiyse…

Hayatta kalmanın hayalini kurma zamanı. Nasıl olacaksa… Şu mini minnacık şirin mi şirin (ayyy!) gözle görülemeyen kimine göre mor kimine göre mavi ya da kırmızı dikenli topçuğun:)) ne yapacağı bilinmezken, yer yerinde durmaz sallanır da sallanır sonra kocaman ağzını açıp yaşamları yutarken, hayatta kalmak! Milyonları değil milyarları tehdit eden salgına rağmen hayatta kalmak. Bütün insanlık için bunun hayali kurmak o kadar zor ki… Hatırladım. Meğer tam da bu belirsizlik günlerinde yeni hayaller kurmayı ve onları biriktirdiklerimin yanına eklemeyi bırakmışım.

Aylardır yazmıyorum, yazamıyorum. Yasaklarla kısıtlanmış günlerimin çoğunu okuyarak geçirdim, geçiriyorum. Sadece okumakla kalmıyor, yazarların hayal dünyasına uzun yolculuklar yapıyor keyifli zaman geçiriyorum.

Yazma dürtüme şükür beni tatlı tatlı dürterek masa başına getirdi. Demek ki yazacaklarım birikmiş. Şimdi yavaş yavaş kendime gelme zamanıdır. Önümüzde kocaman bir kış var ve evdeyiz dostlar.

Nereye kadar? Bunu şu sevimli topçuk var ya o biliyor.

Hepinize sağlıklı aydınlık güzel hayallerle dolu günler dilerim.

EVDE HAYAT VAR!