İstanbul’u Yazıyorum gezilerimizden Ayasofya Müzesi’ni ikinci ziyaretimizin ardından sevgili Füsun Çetinel’ in verdiği bir fikirden yola çıkarak aşağıdaki metni yazmıştım. Aşağıdaki fotoğraf işte o Ayasofya Müzesi buluşmasında çekilmişti.Metnin müzeyle yakından uzaktan ilgisi yok diyebilirsiniz, zaten İstanbul’u Yazıyorum sürecinde amacımız o gezi sırasında yüreğimizden sızanları yazmamızdı. /22 Mayıs 2015

-Sabahın köründe Ayasofya ! Gerçekten Ayasofya’ya mı gidiyorsun?
-Yooo şakacıktan. Gidiyorum güzelim, gerçekten. Kızlar bekliyor.
-Kırk yılın başında gelmişim. Beraber bir kahvaltı bile edemedik.
– Lafa tutma Allah aşkına, geç kaldım zaten. Akşama beraberiz canım.
-Erken gel bari.
-Çıktım.
-Ben şimdi ne yiyeceğim. Dolapta neler var, onu söyleseydin bari…
“Benim buzdolabım koca bir dünyadır, aç kapısını, gir içeri. Gez bak bakalım neler varmış. Aç kalmazsın eminim.” diye seslendi kapıyı çarpıp giderken.
Gitti işte; biliyorum ne desem boş, söz vermiş bir kere. Ayasofya’nın kedisi mi, Veli’si mi ne, bir kitabı konuşacaklarmış. Beni görecek gözü yok. Daha önce gitmişlerdi Ayasofya’ya. O zaman bir hikaye yazmıştı zaten, şimdi ne diye gitti ki…
Esnedim, gerindim, çaresiz kalkıp geçtim mutfağa. Akşam fark etmemiştim. Meğer buzdolabını değiştirmiş. Vay vay vay! Tam dört kapılı bir heyulâ. Hangi kapıdan çıksam acaba şu dünya turuna.
Durdum, baktım, sonra üst kapılarda karar kıldım. Sağ kapı bir kümese götürdü beni. Anlatmıştı zaten; taa Köyceğiz’in bir dağ köyünden bavulunda getirmiş bunları. Bir tanesi bile kırılmadan gelmiş. Saydım tam otuz tane koşan tavuğun kıçından çıkma gerçek yumurta. Alt rafta şişe şişe keçi sütleri. İki yumurta alıp sol kapıya geçtim. Sol kapının içi rengârenk. İlaç dolabı mı, parfümeri dükkânı mı bilemedim. Ojeler, ilaçlar, bir şişe limon kolonyası ve ne olduğunu anlamadığım daha bir sürü şey. Hah, işte üzerinde etiket olan bir kavanoz. Bakalım neymiş… Dikkat kefir! Aman tanrım sanki “Dikkat zehir!” der gibi. Aaaa! Buradaki kavanozların hepsinde etiket var. Ev yapımı ketçap, ev yapımı hardal, ev reçeli. Doğal tahin, şekersiz pekmez. Buraya kadar iyi hoş da üzerinde “ Can, yaşam, pınar, hayat,” yazan kavanozlar da ne var acaba? Merak ettim, üzerinde “ yaşam” yazanı açayım dedim. Bir de ne göreyim. Kapağın üzerinde yine bir uyarı: “ Dikkat bu kavanozun içindeki canlıdır, beslemezseniz ölür.” O an hatırladım, ekmek mayalarıydı bunlar. Hemen kavanozu yerine bıraktım. Su şişeleri bu kapıda kalan bütün boşlukları doldurmuş. Midem gurulduyor, ben peynirle zeytini bulana kadar akşam olacak. Kapılardan geçtim, karşımda kocaman bir dünya. Bodrum kata domates, patlıcan, biber yerleşmiş, yan dairede Nazilli’den mercimek, Çankırı’dan un, Çorum’dan pirinç, Bayramiç’ten susam. Bir üst katta yemekler. Oooh! Karnıyarık, pilav, taze fasulye… Yoğurt çömleğe mayalanmış, miss! Daha üstteTekirdağ rakısı beyaz peynirle flörtte, kavun kapaklı kaba hapsolmuş ama aklı fikri bu ikiliye sulanmakta. Yok, yok sakın bana öyle bakmayın, henüz kahvaltı bile etmedim. Daha akşama çok var. Nihayet asma kata gelebildim. İşte peynirler; Kars’tan kaşar, Ezine’den beyaz, çeşit çeşit zeytinler Gemlik’ten. Manda tereyağı Nazilli’den. Ve nihayet bir kutuda dilimlenmiş ev ekmeği. Yorgun ve açım.
Neyse öğlen olmadan kahvaltıya oturabildim. Ekşi mayalı ev ekmeğini Afyon kaymağı ile Kars balına banarken dört kapılı dünya bana sırıtıyordu. “Göre göre iki kapımın ardındakileri gördün, sen bir de dondurucularımı görseydin…”Yok, bugün bir yolculuğu daha göze alamayacağım dedim bizimkinin yeni dolabına.
Buralarda fazla kalmamalı bir an önce evime dönmeli, zavallı buzdolabımla ilgilenmeliyim.