Dünya Turu/ Ayasofya 2

İstanbul’u Yazıyorum gezilerimizden Ayasofya Müzesi’ni ikinci ziyaretimizin ardından sevgili Füsun Çetinel’ in  verdiği bir fikirden yola çıkarak  aşağıdaki metni yazmıştım. Aşağıdaki fotoğraf işte o Ayasofya Müzesi buluşmasında çekilmişti.Metnin müzeyle yakından uzaktan ilgisi yok diyebilirsiniz, zaten İstanbul’u Yazıyorum sürecinde amacımız o gezi sırasında yüreğimizden sızanları yazmamızdı. /22 Mayıs 2015

-Sabahın köründe Ayasofya ! Gerçekten Ayasofya’ya mı gidiyorsun?

-Yooo şakacıktan. Gidiyorum güzelim, gerçekten. Kızlar bekliyor.

-Kırk yılın başında gelmişim. Beraber bir kahvaltı bile edemedik.

– Lafa tutma Allah aşkına, geç kaldım zaten. Akşama beraberiz canım.

-Erken gel bari.

-Çıktım.

-Ben şimdi ne yiyeceğim. Dolapta neler var, onu söyleseydin bari…

Benim buzdolabım koca bir dünyadır, aç kapısını, gir içeri. Gez bak bakalım neler varmış. Aç kalmazsın eminim.” diye seslendi kapıyı çarpıp giderken.

Gitti işte; biliyorum ne desem boş, söz vermiş bir kere. Ayasofya’nın kedisi mi, Veli’si mi ne, bir kitabı konuşacaklarmış. Beni görecek gözü yok. Daha önce gitmişlerdi Ayasofya’ya. O zaman bir hikaye yazmıştı zaten, şimdi ne diye gitti ki…

Esnedim, gerindim, çaresiz kalkıp geçtim mutfağa. Akşam fark etmemiştim. Meğer buzdolabını değiştirmiş. Vay vay vay! Tam dört kapılı bir heyulâ. Hangi kapıdan çıksam acaba şu dünya turuna.

Durdum, baktım, sonra üst kapılarda karar kıldım. Sağ kapı bir kümese götürdü beni. Anlatmıştı zaten; taa Köyceğiz’in bir dağ köyünden bavulunda getirmiş bunları. Bir tanesi bile kırılmadan gelmiş. Saydım tam otuz tane koşan tavuğun kıçından çıkma gerçek yumurta. Alt rafta şişe şişe keçi sütleri. İki yumurta alıp sol kapıya geçtim. Sol kapının içi rengârenk. İlaç dolabı mı, parfümeri dükkânı mı bilemedim. Ojeler, ilaçlar, bir şişe limon kolonyası ve ne olduğunu anlamadığım daha bir sürü şey. Hah, işte üzerinde etiket olan bir kavanoz. Bakalım neymiş… Dikkat kefir! Aman tanrım sanki “Dikkat zehir!” der gibi. Aaaa! Buradaki kavanozların hepsinde etiket var. Ev yapımı ketçap, ev yapımı hardal, ev reçeli. Doğal tahin, şekersiz pekmez. Buraya kadar iyi hoş da üzerinde “ Can, yaşam, pınar, hayat,” yazan kavanozlar da ne var acaba? Merak ettim, üzerinde “ yaşam” yazanı açayım dedim. Bir de ne göreyim. Kapağın üzerinde yine bir uyarı: “ Dikkat bu kavanozun içindeki canlıdır, beslemezseniz ölür.”  O an hatırladım, ekmek mayalarıydı bunlar. Hemen kavanozu yerine bıraktım. Su şişeleri bu kapıda kalan bütün boşlukları doldurmuş. Midem gurulduyor, ben peynirle zeytini bulana kadar akşam olacak. Kapılardan geçtim, karşımda kocaman bir dünya. Bodrum kata domates, patlıcan, biber yerleşmiş, yan dairede Nazilli’den mercimek, Çankırı’dan un, Çorum’dan pirinç, Bayramiç’ten susam. Bir üst katta yemekler. Oooh! Karnıyarık, pilav, taze fasulye… Yoğurt çömleğe mayalanmış, miss! Daha üstteTekirdağ rakısı beyaz peynirle flörtte, kavun kapaklı kaba hapsolmuş ama aklı fikri bu ikiliye sulanmakta. Yok, yok sakın bana öyle bakmayın, henüz kahvaltı bile etmedim. Daha akşama çok var. Nihayet asma kata gelebildim. İşte peynirler; Kars’tan kaşar, Ezine’den beyaz, çeşit çeşit zeytinler Gemlik’ten. Manda tereyağı Nazilli’den. Ve nihayet bir kutuda dilimlenmiş ev ekmeği. Yorgun ve açım.

Neyse öğlen olmadan kahvaltıya oturabildim. Ekşi mayalı ev ekmeğini Afyon kaymağı ile Kars balına banarken dört kapılı dünya bana sırıtıyordu. “Göre göre iki kapımın ardındakileri gördün, sen bir de dondurucularımı görseydin…”Yok, bugün bir yolculuğu daha göze alamayacağım dedim bizimkinin yeni dolabına.

Buralarda fazla kalmamalı bir an önce evime dönmeli, zavallı buzdolabımla ilgilenmeliyim.

Reklam

Ayasofya 1 /2011

Dalmış olmalıydı. Etrafında  kimse kalmadığını fark ettiğinde saat çoktan beşi geçmişti. İçine kıvrıldığı taş kovuktan çıkarken müzenin kapanmamış olmasını diliyordu. Koşarak üst galeriden aşağıya doğru inmeye başladı.

Loş ve alçak tavanlı rampadan hızlı hızlı inmek hiç kolay değildi. Kıvrıla kıvrıla inen yokuşta başını tavana çarpmamak için iyice eğilmesi gerekiyordu. Bir yandan da duvardaki çıkış levhalarını takip ediyordu. Karşısına gelen ilk çıkışın kapalı olduğunu görünce diğerine, sonra sırayla diğerlerine… Görebildiği bütün kapıları yoklarken fazla telaşa gerek olmadığını düşünüyordu safça. Ayasofya Müzesi’nde üç yüzden fazla kapı olduğunu okumuştu ya, elbet birinden çıkacaktı.  Az sonra bacakları oradan oraya bilinçsizce koşturmasına isyan ettiler. Kendini umutsuzca yere bırakırken kapıların ona geçit vermeyeceğini kabul etmişti. Birilerine haber vermeliydi. Elini cebine daldırdı, telefonunu buldu. İstanbul’da tanıdığı tek arkadaşının numarasını tuşladı, karşı taraf cevap vermeden ekran karardı. İşte şimdi tam manasıyla kapana kısılmıştı. Yüreğinde bir kuş hızlı hızlı kanat çırpıyordu. Boğazı düğümlendi. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Sırtından soğuk terler akıyordu. Umutsuzca çöktüğü yerden kalktı, bir süre oradan oraya koşuşturduktan sonra sakinleşmek için durdu, derin bir soluk aldı. Sırt çantasından matarasını çıkarttı, kurumuş boğazını ıslatacak kadar suyu vardı neyse ki. Sabaha kadar ne yapacağını düşünürken heyecanı artık korkuya dönüşmüştü.

Tarihi yapılara olan merakının peşine düşüp gelmişti İstanbul’a.  Daha ilk günden maceranın içindeydi. Ayasofya’nın loş ve gizemli duvarları arasında, her köşeden onu izler gibi bakan yüzler ve bin bir hurafeyle bir gece geçirmek… Bunu aklına bile getiremezdi.

Yüksek tavanları ve mermer zeminiyle zaten serin olan müze,  akşam olup da ziyaretçiler gidince iyice soğumuştu. Titriyordu. Kazağını üzerine geçirdi ama yeterli değildi. Isınmak için muhakkak hareket etmesi gerekiyordu. Biraz evvel içine dalmış olduğu kitapta yazılanların çoğunun uydurma söylentiler olduğunu düşünerek biraz olsun rahatlamaya çalıştı. Üşümemek için kaldığı yerden müzeyi dolaşmaya karar verdi. Efsaneye göre müzede dileklerin kabul olduğu bir direk vardı. Terleyen direkti bu. Kimine göre de ağlayan.

Buraya geleceğini bilen annesi yola çıkarken dileklerini  yazıp eline tutuşturmuştu. Oysa şimdi ilk dileği bir an evvel buradan çıkmaktı. Direği buldu. Üzerindeki el boşluğunu andıran deliğe elini uzatır uzatmaz geri çekti.Derinden, ta yerin dibinden gelen bir hıçkırık sesi duyar gibi olmuştu. Direkten uzaklaşıyor ses kesiliyor, yaklaşınca yeniden başlıyordu. Adeta içerde hapsolmuş bir kadının hıçkırıklarının sesiydi bu ses. Kalbi duracak kadar hızlandı.Ardına bakmadan koşarak uzaklaştı direkten.

Hava iyice kararmıştı. Dışardan yansıyan ışıklar direklerin arasından geçip onunla saklambaç oynuyor gibiydiler. Kubbenin dört bir yanındaki melek resimleri de bu oyuna dahil oluyorlar, bir kayboluyor bir görünüyorlardı.  Şimdi  kendi ayak seslerine başkalarını da eklendiğini duyar gibiydi. Geri dönüp bakıyor, sadece Ayasofya’nın meşhur kedilerinin karanlıkta parlayan gözleriyle karşılaşıyordu. Fakat kendisini takip eden biri olduğuna emindi. Çok yorulmuştu. Ne olacaksa olsundu. İsteksizce soğuk zemine çöktü. Ayak sesleri yaklaşıyor, pek de hoş olmayan bir koku da beraberinde geliyordu. Kocaman bir el omuzuna dokundu.  Artık korkunun ecele faydası yoktu, başını çevirdi ve orta yaşlı, saçı sakalı birbirine karışmış, sırtında eskilikten yer yer delinmiş bir örtü, elinde küçük bir çıkın iri yarı bir adamın meraklı ama sıcak gözleriyle karşılaştı.

Az sonra endişelerinden eser kalmamıştı. Adam belli ki bu mabedi uzun zamandır kendine korunak bellemişti. Birlikte yürürlerken adamdan öyle hikayeler dinledi ki onlarca kitap okusa bu kadar şey öğrenemezdi. Bunca yıldır merak ettiği Ayasofya’yı gece karanlığında, yerin altındaki geçitlerden çıkagelen bir evsizin rehberliğinde gezdiğini anlattığında ona inanan olacak mıydı…

Dinlenmek üzere bir kenara oturdular. Derken, dışarıdan çok yüksek bir müzik sesi duyuldu. Müziğin yanı sıra Davudi bir ses bir şeyler anlatıyordu. Merakla pencerelere doğru koştu. Vitraylı camları koruyan demir parmaklıklara tutunarak dışarıya bakmaya çalıştı. Sultanahmet Camii ile Ayasofya arasındaki sıraları dolduran insanlar muhteşem bir ses ve ışık gösterisine tanık olmaktaydı. Döndü, bir gecelik arkadaşına baktı. Olan biteni umursamazca yerine kıvrılmış, köpek öldüreni kafaya dikmiş, ısınmaya çalışıyordu. Belli ki kanıksadığı bir şeydi bu. Oyuncuları olmayan sadece tanınmış tiyatrocuların sesleriyle sahneye konan bir tarihi eseri dinlemekteydiler. İnsanın tüylerini diken diken eden bu gösteri çok sürmedi ve izleyiciler yavaş yavaş yerlerinden kalkıp meydanı terk ettiler.

Yol arkadaşını dürtükledi ve tekrar yürümeye koyuldular. Adamın fenerinin cılız ışığında heybetli direklerin üzerinde yükselen o eşsiz kubbeyi izlediler. Tam kraliçe locasına gelmiş oradan mihraba doğru bakıyorlardı ki, derinlerden hafif ama huzur verici bir müzik sesi duyulmaya başladı. Yavaş yavaş yükselen müzikle birlikte kandiller ortalığı yumuşak bir ışıkla aydınlattılar Şimdi müzenin görkemi iyice ortadaydı.

Şaşkınlık ve korkudan ne yapacağını bilemez haldeydi. Bu kadarı da yeter artık diye düşünürken, mermer sütunların arkasından çıkan beyaz örtülere sarınmış bedenler, kimi kadın kimi erkek, ellerinde mumlar, ağır adımlarla ilerleyerek alt galeriyi doldurdular. Bir anda hepsi yüzlerini mihraba döndüler. Ortalığa hoş bir tütsü kokusu yayıldı. Aşağıdakiler müziğin ritmine uygun bir şekilde sallanarak ilahiler söylemeye başladılar. Müzik, zaman ve dinler arasındaki bir yolculuğa eşlik ediyor gibiydi. Bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor, mistik ezgiler eşsiz mabedin kubbelerinde yankılanıyordu. 

Arkadaşı hiç şaşırmamıştı. Yanındaki mermer sütuna yapışmış, büyülenmişcesine sergilenmekte olan ayini izliyordu.  Korkma bizi göremezler,  bu gördüğün bedenler yüzyıllar boyu burada ibadet haklarından yoksun bırakılmış toplulukların insanlarıdır. Zaman zaman burada topluca ayin yaparlar. Şanslısın rast geldin, diye fısıldadı. Sonra devam etti, bu ayin sessiz bir isyandır. Az sonra beyaz giysili gölgeler geldikleri gibi yavaşça kaybolup gittiler. Parlak ışıklar ve müzik yerlerini yavaş yavaş karanlığa ve öncekinden daha derin bir sessizliğe terk ettiler. Artık sadece karanlıkta ava çıkan kedilerin miyavlamalarıyla bu kovalamacadan sağ kurtulmaya çalışan fareciklerin canhıraş çığlıkları duyulmaktaydı.

Güneşin ilk ışıkları Sultanahmet Parkı’nda geceleyen evsizleri uyandırmaya hazırlanırken  kedinin biri bankta uyuyan bir gencin başının altına koymuş olduğu sırt çantasından yiyecek bir şeyler araklamaya çalışıyordu. Genç huzursuz uykusu arasında dönerken elinde sıkı sıkı tuttuğu kitabı yere düşürdü. Az sonra karnı doyan kedi “Ayasofya’nın Sırları” adlı kitabın üzerine kıvrılıp sabah uykusuna devam ederken bu kitabın yazarlarından birinin gelecekte “Ayasofya Konuştu” adını vereceği bir çocuk kitabı yazacağını ve kitapta ona da yer vereceğini bilmiyordu.

Işıl Ertunç 2011 İstanbul’u yazıyorum 1.Ayasofya ziyaretinden

Sosyal mesafesiz kutlamalara…

Yüzümü yıkar yıkamaz geçtim sevgili bilgisayarımın başına.Evet, yanlış değil,şu ara en yakın dostum olduğu için sevgili dememi hak ediyor. Bayram kutlaması yapmaktı niyetim. Tam “BAYRAMINIZ sözcüğünü oluşturmuştum, aldı sazı eline konuştu da konuştu. Vay efendim kaç yıldır doğru düzgün bayram tebriği yapmıyor muşum; gelmiş geçmiş bütün yazılarıma bakmış da son  yıllarda hep kutlayamama halimi görmüş de, yok bayram sabahı hep memleket hallerinden söz etmişim de, olmazmış böyle de, aman efendim kendilerini susturabilirsen, sustur. Haberi yok gelecek yazıdan konuştu durdu.

Memleket hali ne demek, DÜNYA hali diyerek girecektim oysa söze. 2020 Dünyaya öyle farklı bir mesajla geldi ki, hangi ülke hangi kültür geleneklerine bağlı kalıp bayramlarını kutlayabildi, sorarım. Camilerden, kiliselere, tören alanlarından saraylara kadar her yer her şey sanal bir DÜNYAya emanet. Olmasan olamazdık durumlarını yaşıyoruz. Ne kadar kaçsak da kucağına düştük bir kez. Sosyal mesafe günlerinde bayram kutlamalarımız “zoom, facetime, whatsapp üzerinden yapılacak ve henüz ilk bayramlarını yaşayan miniklerin anılarında bayramlar böyle yer alacak. Anneanneler, babaanneler mendillerini içine koyduklarını bayram harçlıklarını ekrandan gösterirken, bayram şekerleri şekerlikte , bayramlık giysiler dolapta boynu bükük bekleyecek.

Efendim, istediğimiz gibi kucaklaşabildiğimiz bayramlarda buluşabilmek dileğiyle büyük küçük herkesin Şeker/Ramazan bayramını kutlarım.

Yine başladı dırdıra…. Şunu baştan söylesen bu kadar uzatmasan  olmaz mıydı, diyor şimdi de…

Siz onu duymayınız. Sağlıcakla kalınız.

 

 

70’e merdiven dayamışız…Günlüğe ek.

41. Günden sonra günlük tutmaktan vazgeçmiştim. Bahçe işleri ve ev kadınlığı hallerimin zamanımın çoğunu alması bir yana, herkesin benzer şeyler yaşaması bir yana…Yazmak için bir direnç gösteriyordum. Ta ki bu sabah sevgili Yeşim Cimcoz’ dan bir mail alana kadar. Mailin konusu tabii ki  kimine göre 70 güne yaklaşan   ev halleriyle ilgili idi. Unutmadan; Yazı Evi’nin  sanal atölyelerinin  kısa bir tanıtımı da vardı ekte. İşte bu mail  “hadi durma kalk cevap yaz, ne duruyorsun hadi, hadi” diye adeta başımın etini yedi. Zoom’ dan katıldığım Salı yogasını bitirir bitirmez klavyenin başına geçtim.

BLOGA

Buraya sevgili Yeşim’in mailinden birkaç satır alıntı yapmak zorundayım izniyle.( …… olarak görülen cümle Yeşim’in iç sesidir ve onlara burada yer verirsem metin konudan uzaklaşabilir)

Bezelye aldım bu haftaki siparişle. Yarım kilo. Enginar da istemiştim. Onun yanında iyi gider diye düşünmüştüm. ……….Mutfağa geçtim. Dünden beri mutfakta poşetlerde beklettiğim yeşillikleri çıkarttım. Semizotu ayıkladım, domatesleri, marulu suya bıraktım, bezelyeleri ayıkladım, suya koydum.  Hüseyin’le kahvaltı hazırlıyoruz. Şakalaşıyor, sohbet ediyoruz. Bir el hareketiyle bezelyeler yerlere saçılıyor, yer nokta nokta yeşil bezelye ve su. İçine bir kaç gündür silinmeyen mutfağın tozu, köpeklerin tüyü karışıyor. Öfkeleniyorum. Alt tarafı bezelye yere döküldü. Hüseyin süpürgeyi almaya uzanırken “Hayır onunla alma!” diyorum ve yere çöküp tek tek bezelyeleri toplayıp kaba koymaya başlıyorum. “Nasıl? Kullanacak mısın?” diye şaşkınlıkla soruyor. “Tabii ki! Bunları ayıklamak için çok uğraştım!” diyorum. Süpürgeyi bırakıp yardım etmeye başlıyor. “Yeşim bunlar çok tüylü ve tozlu,” diyor. “N’apalım yani? Ben hallederim,” diyorum. “Yeniden ısmarlarız,” diyor. Sesi sakin, dingin. Yerde saçılmış, tezgahın altına kaçmış, toz yumaklarının içine gömülmüş bezelyelere bakıyorum. Elime su, köpek tüyleri ve bezelye bulaşmış. “Tamam!” diyorum. Süpürüp temizliyoruz yeri. Bezelyeler çöpe gidiyor. Ellerimizi yıkıyoruz. Artık hep, her şeyden sonra, ellerimizi yıkıyoruz. “Ismarlayacak mısın?” diye soruyor Hüseyin. Vazgeçiyorum. Bezelye için tekrar sipariş vermek istemiyorum. Bezelye yemesem ne olur ki?

İşte beni tetikleyen cümle de işte bu efendim. Ne demek yemesem de olur. Kalkıyorum yerimden, biniyorum hayallerimdeki o kuşun kanadına, ver elini Moda. Çat kapı, Yeşim’in mutfağındayım. Dur, diyorum zamana. Geri git. Tozlu bezelyeleri önce soğuk sonra kaynar suyla yıkıyorum. Bir daha, bir daha. Ne yaptın sen Yeşim, diye de fırçamı çekiyorum. Bizim Urla’da bile sekiz liraysa( hoş bu hafta daha da pahalı) bezelyenin kilosu buralarda kim bilir kaçadır.Hem sonra enginarın kız kardeşidir, olmazsa olmazıdır, deyip girişiyorum işe. Tanıyorum arkadaşımı; yemeyi hele de yanında sohbet de varsa pek sever. Çok kolaydır onu ağırlamak; ne koysanız sofraya itiraz etmez.Severim böyle konukları. Düşünmem hiç, şimdi ne pişirsem diye. Uzun lafın kısası, tez zamanda bol bezelyeli zeytinyağlı enginar yemeği hazır oldu. Akşama Hüseyin’le yesinler.  Sarılmak istedik, sarılamadık. Biraz daha kalsaydın dedi. Kuş bekliyor, dedim.

Bir özlemin ardından gittim bugün. Yine döner miyim günlüğe, bilmiyorum.

Sevgiyle

Fotoğraf  Urla Malgaca Pazarı’nda çekilmiştir.

Korona Günlerinde Anneler Günü!

 

bir-buket-cicek-300x264

Anneler Günü, Babalar Günü, Emekçi Kadınlar Günü, Kardeşler Günü, Komşuluk Günü veeee tabiii ki Sevgililer Günü. İlk aklıma gelenler bunlar. Bütün bu günlere gerek olmadan sevgimizi ve saygımızı paylaşabilsek keşke… Bütün bu özel diye adlandırılan günlerdeki  paylaşımlarımda sormuşumdur;sevgi ve saygının  bir tek güne indirgenmesi mümkün müdür? Sevgi ve saygımızın ticari amaçlara alet edilmesi doğru mudur? Bir virüs bütün dünya ekonomisini alt üst etmişken, sayıları her gün biraz daha artan AVM lerimiz henüz kapalıyken belki bu yıl daha saf kutlamalar yaşanabilir diye düşünüyorum. Umarım bu benim saflığım değildir. Zira kargolu alışverişler tüm hızıyla devam ediyor. O kadar ki kargo şirketleri perişan durumdalar. Kargo kolilerini muhafaza edecek yerleri olmadığı gibi dağıtıma da yetişemiyorlar. Konumuz bu değil elbette.

Her ne sebeple olursa olsun evlatlarından ayrı olan tüm anneleri buradan kucaklıyorum.

Sevgili Pınar Dönmez’ in sesinden hepimize gelsin;

ANNEM”https://soundcloud.com/pinardonmez/annem-1 

 

 

 

 

 

 

 

42. Gün/ Ah zaman vah zaman!

Günaydınlar, demektense aydınlık günler olsun desem ya…Bazen kendimi de düzeltme ihtiyacı hissediyorum. Birden kulağıma hoş gelmeyebiliyor yazdığım sözcükler. Evet efendim, zaman demiştim. Kırk gün önce ne yazmıştık, bol bol zamanımız var her şeye dememiş miydim. Nerdeeeee!

Yetmiyor efendim.. Yetmiyor! Arkadaşlarımızın canlı ınstagram sohbetlerini kaçırmamak, kendi atölyelerimizi proglamlayıp uygulamak, yeni atölyelere katılmak, meditasyon davetlerindeki patlamaya ayak uydurmaya çalışmak, yemek, temizlik ( yanlış anlaşılmasın hepsinden ayrı keyif alıyorum) derken biz her şeye nasıl zaman buluyorduk önceden diye düşünür oldum. Bir de durmadan günlük yazıp başınızı şişirdiğimi düşünüyorum. Sanırım bundan sonra yine sabah yazıları yazacağım ama günlük tutmak yerine içimden geçenlerden söz edeceğim.

Beni ve yazı arkadaşlarımdan paylaştıklarımı zaman bulursanız takip ediniz efendim.

Sevgiyle kalın.

 

 

41 kere Maşallah

Günaydınlar,

41 Kere Maşallah. Tam anlamıyla neden olduğunu hiç düşünmediğim bir dilek/dua bu. Ama 40 sayısının kutsallığıyla ilgili olduğu anlamlı da neden 41… Her neyse… Her şeyi de tam bilmek zorunda değilim.

Kır birinci gün çok keyifli geçti, çünkü Burcu’m yine bahçeye geldi. Burcu gelince sanki Başak da gelmiş gibi hissediyorum. İkisini de o kadar özlemişim ki… Yok, şikayet yok. Havalara borçluyuz bu kadarcık olsun buluşabilmeyi. Çantasına biraz yiyecek koyup göndermenin mutluluğu da cabası. Haftaya iftara geleceğim ona göre dedi giderken. Çantasına biraz yiyecek koyup göndermenin mutluluğu da cabası.

Artık fide saksılarım yavaş yavaş kış bahçemden çıkınca bize yemek masamızı yeniden düzenleme şansı doğdu. Arada bir eşimle tavla oynayıp yenilmek de o masada, sebze ayıklama ve yazma ve kitap okuma işleri de… Belki temizlik işleri de hafifler böylece.

Yeni yemekler yaratma peşindeyim bu ara… Bakalım mutfağımdan neler çıkacak. Burada değil de mutfakpenceremden.com da yayımlarım.

Biraz sakin bir gündü galiba; yazacak çok fazla bir şey kalmadı. Ama siz sevgiyle kalın.

40.Gün/ Kırkım çıktı

Günaydınlar,

Günlük tutmaya dönüşümün kırkı çıktı dün. Evde kalma hikayemizin kırk altıncı günüydü. Şükrederek geçen günler, haftalar ; baharı doya doya yaşayamasak da yazı yaşama umuduyla.

Derin temizlik, çamaşır ardından bahçe işleri. Domates ve patlıcan fidelerinin çoğu bin bir bereket duasıyla toprakla buluştu nihayet. İlk başta biraz boyun bükecekler; ana kucağından bir başka ana kucağına yolculuk yaptılar, kolay değil. Biraz sarsılacak, sonra güçlenerek büyüyecekler. Zehirsiz, kimyasalsız toprağımızda onları hastalanmadan sağlıklı meyveler verebilmeleri için bize epey görev düşüyor. Zararlı böcekler için ev ilaçları hazırlıyoruz. Bunlar ne bitkiye ne doğaya zarar veren mutfak kökenli ilaçlar. Kırmızı biberden soğana, soğandan arap sabununa ve ısırgan otuna daha  birçok malzemeyle yapılan ev ilaçları. Bunları uygulamak için dört yıldır öğreniyoruz.Yonca ekili bahçemizi geçen yaz yabancı otlara teslim ettik ot ilacı yapmamak için. Yabancı ot yolmaktan ellerimizde derman kalmayınca bu yıl  savaşmak yerine biraz kendi haline bırakmayı deneyeceğiz. Yoncalarımız çiçekte neredeyse tohum atacaklar. Tavuklar ve kardeşimin tek kedisi çekirge ve böcek avındalar. Deniyoruz,  tecrübeli dostlardan öğrendiklerimizi uyguluyoruz. Dün yine ökseler hazırlandı, eski cd ler kurdelelerle meyve ağaçlarının dallarına bağlandı. Onlar meyvelerin ve fidelerin zarar görmesini kuşları uzaklaştırarak engelliyor.

Gün boyu internetimizin olmaması epey can sıkarken akşam saatlerinde İstanbul’daki çok sevgili arkadaşlarımızla sürpriz bir zoom görüşmesi yapabilmemiz yüzümüzü güldürdü.

Bakalım 41. günümüz nelere gebe. İyilikler diliyorum herkese.

Sevgiyle…

39. Gün/Galiba…

Günaydınlar,

Galiba rutine girdik. Galiba sıkılmaya başlıyorum/muyum/.Galiba utanıyorum/ muyum.Neden mi… Sıkılmaya başlıyorum demekten çok utanıyorum. Beş dakikada tümünü dolaşabileceğimiz, üç beş domates biber ekebileceğimiz bir bahçe içinde üstelik kardeşim ve eşiyle aynı bahçeyi paylaştığımız, ara sıra birbirimize konuk olabildiğimiz oldukça temiz hava alabildiğimiz bir yaşamımız olduğu için sıkılma durumuna gelmekten utanıyorum. Galiba plansız yaşamaktan sıkılmaya başlıyorum. Galiba ya buna alışırsam duygusundan korkuyorum. Galiba önümüzdeki günlerin ne getireceğini bilememekten; hepimiz hasta olduktan sonra ancak bağışıklık kazanabileceğimiz söylenti/ gerçeğinden ürküyorum. Galiba yurdum insanının kurallara uymakta zorlanmasından, bayram ertesi şapur şupur eski alışkanlıklarına dönmesinden korkuyorum.

Her neyse galiba bu kadar yazabileceğim; olan biten mutfak ve bahçe çalışmalarıydı dünden kalan.

Hoş kalın, hoşça kalın.

38. Gün/Berna Durmaz geldi elime

Günaydın,

Biraz latifeyle başlasak… Berna Durmaz durmuyor da ben duruyor muyum. Durmuyorum tabii. Ne kadar yavaşlıyorum desem de ıııh. Yavaşlayınca vücut sızıları başlıyor. Kıpırda kıpırda durma diye konuşuyor eklemlerim. Kaslar yetişmekte zorlanıyor önce… Sonra haydi hep birlikte hareket. Ne demişler, işleyen demir pas tutmaz.

Sen de Yaz atölyelerim için öykü seçmek üzere her gün kitaplarımın arasında gezinirim. Ya konusu, ya türü, ya dili ya da yazarı ağır basar ve ayırırım bir kenara. Aylar önce Berna Durmaz’ın “Bir Hal var Sende ” adlı  öykü kitabından ” Ekmeğin Yanığı” adlı kısa  hikayesinin üzerinde çalıştığımızdan beri kendisine yer vermediğimi hatırladım ve bu kez yazı dostlarım için yine ayni kitabından “Zati’ nin yıldız gözleri” adlı hikayesini seçtim. Derken diğer kitapları masama akın ettiler. Bir Fasit Daire ( en sevdiklerimden) Metal Hayatlar, Karayel Üşümesi. Çoğunlukla karakterleri kadınlar ve çocukları, mekan olarak da ıssız bucaksız kasabaları kullanıyor yazarımız.Taş, kuş, yıldız, yılan hep var öykülerinde. Bakalım atölye katılımcılarımız nasıl bulacaklar verdiğim öyküyü. Biraz sert ne de olsa…

Evet, günümün çoğu kitaplarımın arasında geçti. Yazı atölyemizde sürpriz bir konuğumuz vardı. Uzun zamandır aramızda olamayan sevgili Figen kısacık yazılarıyla bizi kahkahalara boğuverdi.

38. Gün diğerlerinden pek farklı olmadan sona erdi. Tek fark akşam koca bir kase mısır patlatıp sonuna kadar bitirmemizdi.

Sağlıcakla kalınız.

BERNA DURMAZ KİMDİR?
1972’de Kırklareli’nde doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Öyküleri 1995’ten bu yana Kopuş, Adam Öykü, Notos ve Sözcükler dergilerinde yer aldı. İlk öykü kitabı Tepedeki Kadın 2011’de yayımlandı. Onu, Bir Hal Var Sende (2012) ve Bir Fasit Daire (2013) izledi. Bir Fasit Daire 2014 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer bulundu.