UÇURTMA

Azra uykudaydı. Karanlığa uyandı. En korktuğuna… Annesi sımsıkı sarmıştı onu kollarıyla.. Şaşkınlıkla  gözlerini ovuştururken  babasını ve Ahmet’i gördü oturma odasının sımsıkı kapatılmış tahta panjurları arasından usulca sızan gün ışığında.

Babası eliyle dudaklarını kapatarak küçük kızın yanına yaklaştı ve sessizce,

“Azracığım, Ahmet’le  ben birkaç gün evde olacağız, ayni tatillerde olduğu gibi. Buna sevineceksin değil mi? Böylece senin en sevdiğin oyunları birlikte oynamaya bol bol vaktimiz olacak. Ancak bir şartım var, ilk oyunumuz “ tıp”. Ben işaret verinceye kadar konuşmak yok, tamam mı tatlı kızım”… Dedi. Azra’nın yüzü asıldı; ama o bu oyunu bilmiyordu ki… O abisiyle saklambaç oynamayı severdi en çok. Bir abisine bir babasına baktı. Ahmet korkularını gizlemeye gayret ederek koştu, ona sarıldı ve kulağına, merak etme en çok da saklambaç oynayacağız, dedi. Bu sözler üzerine Azra’nın yüzü aydınlandı. Neşeyle odanın içinde koşuşturmaya başladı. Ahmet’in ürkekliğini, annesinin telaşını, hele hele babasının endişelerini anlamaksızın.

Sonraki saatler oldukça eğlenceli geldi Azra’ya. Beş yaşının saflığıyla ayak uydurdu  hiç denemediği bu oyuna. Babasının komutlarına da. Sessizce seyretti annesinin topladığı ufak tefek eşyaları ve giysileri mutfağa taşımasını. Sorularını biriktirdi küçücük aklında. Sustu… Ailecek oyun oynamak çok eğlenceli olacaktı. Üstelik de mutfakta…

Sonra babası mutfağa geldi, yerdeki kilimi ayağıyla ittirdi. Azra’nın hep nereye açıldığını merak ettiği o küçük ahşap kapak ortaya çıktı. Azra için oyun iyice heyecanlı olmaya başladı. Kapak çok sıkışmıştı; zorlanarak büyük bir gıcırtıyla açıldı.

“ Hepimizden çok ses çıkarıyor, hemen menteşelerini yağlamalıyız bunun Ayşe” dedi babası.

Azra kapağın da oynayacakları oyuna katılabilmek için sessiz olması gerektiğini düşündü. Baba önden, Ahmet, annesi ve Azra ardından daracık kapıdan aşağı inen taş merdivenlerden soğuk bir karanlığa doğru ilerlediler. Tavandaki ampullerin cılız ışığında mekanın gerçek kiracıları için saklambaç başlamıştı bile. Hızla köşelerine kaçıştılar.

Ufak bir masa, birkaç sandalye ve iki eski yatağın bulunduğu odaya küf ve toz kokusu hakimdi. Azra heyecanla odanın içine oradan oraya koşarak hayalindeki masala açılan kapıyı aradı. Bulamadı. Canı sıkıldı. Çocuk sabrı taşıyordu. Ağladı ağlayacaktı. Babası mutfakta toplanan eşyaları bir bir aşağıya taşırken annesi de odayı yaşanacak hale getirmeye çalışıyordu. Ahmet elinde  oyuncak sepetiyle merdiven başında belirinceye kadar somurttu durdu Azra.

Gündüzleri mutfakta akşam olunca karanlık oyun odasında sürüyordu saklambaç. Ahmet’in okula gitmeyişini, babasının  neşesizliğini annesinin sofraya daha az ekmek koymasını ve sürüp giden bu sessizliği delen gök gürültülerinin nedenini anlayamıyordu Azra. Ne annesi ne babası anlamasını istemezdiler zaten.

Bir sabah babası omuzlarında ve şapkasında yıldızlar olan bir takım elbiseyle indi merdivenlerden. Azra koştu kucağına atıldı. Omzundaki yıldızları okşamaya başladı. Sonra burnu gıdıklandı. Hapşırdı. Tıpkı babaannesinin sandığı gibi kokuyordu babası.

“Birkaç gün için şehre gidiyorum,  ben yokken oyunu bozmak yok. Gelince sana söz verdiğim uçurtmayı beraber yapacağız sonra hep birlikte uçurmaya gideceğiz.” Dedi.

Azra günlerdir biriktirdiği gözyaşlarını salıverdi yıldızların arasına. Burnunu çeke çeke ağlarken sordu,

“Kuyruğu da olacak değil mi?”

Babası taş merdivenleri tırmanıp mutfağın içinde kaybolurken Ahmet’in de annesinin de gözleri yaşlıydı.

Günler geçerken Azra şaşkınlık içindeydi; oynadıkları bu saklambaç oyununu, kimden saklandıklarını anlamasa da, Ahmet’in okula gitmeyip onlarla beraber olması, annesinin konu komşuya gitmemesinden memnundu önceleri. Ama arkadaşlarını görememek, bahçeye çıkamamak hoşuna gitmiyor, canı çok sıkılıyordu.

Annesinin iyice azalmış unla ekmek yoğurduğu bir gündü. Ahmet küçük kardeşini omuzuna almış mutfağın tavana yakın pencereden dışarıyı göstererek oyalamaya çalışırken birden kulakları tırmalayan bir sesle irkildiler.  Azra’nın hiç tanımadığı, Ahmet’inse unutamadığı; benzer bir ses duyduğunda masanın altına saklandığı ya da o sesi bastırmana kadar bağıra bağıra şarkılar söylediği…

Hortlayan savaşın sesi yaklaşıyordu.

Derken sokaklarda bir koşuşturma başladı, insanlar çığlık çığlığa sığınacak bir yer aramaya başladılar. Önlerine gelen her evin kapısını vurup yardım istiyorlardı.  Azra daha ne olduğunu anlamadan oyun evine inmiş, mutfağa çıkan küçük kapıyı kapatmışlardı. Gerçek saklambaç şimdi başlıyordu. İlk kez sokak kapısının vurulmasına aldırmadı annesi. Azra’yı da Ahmet’i de yorganın altına soktu, elleriyle kulaklarını tıkadı. Uçaklar yaklaşıyordu. Az sonra dışarıda bombalar patlayacak ortalığı kan gölüne çevirecekti. Ahmet’in Azra yaşındayken tanıştığı savaşı küçük kızı bilmesin diye çok dua etmişti Ayşe ama olmamıştı. Yedi yıl sonra canavar geri dönmüştü. Ertesi sabah oynadıkları oyunun ‘savaş saklambacı’ olduğunu söylemek zorunda kaldı küçük kızına.

Azra artık bu oyuna katılmak istemiyordu. Sık sık mızmızlanıyor, odasına çıkıp pencereden bakmak istiyordu. Neden artık hiç yumurta yemiyorlar, süt içmiyorlardı? Neden bu oyun bitmiyordu, neden babası gelmiyordu? Neden annesi sık sık ağlıyordu? Neden bazı geceler mutfak kapısını üstlerine kapatıp kendisi yukarıda kalıyordu.  Neden o gecelerde üst kattan koca koca adamların sesleri duyuluyordu? Azra o zaman çok korkuyor, Ahmet’in koynuna saklanıyordu.

Bir süre sonra Azra artık cevap alamadığı soruları sormamayı öğrenmişti.                                   

Sonra bahar geldi. Umut da birlikte… Savaşın sesi uzaklaşmıştı. Yine de kasabada hala pazar kurulmuyordu. Boş sokaklar aç köpeklere kalmıştı. İnekler süt vermez, tavuklar yumurtlamaz olmuştu. Konu komşu elinde kalanı takas ederek karın doyuruyordu. Azra ile Ahmet hala sokağa çıkamıyorlardı ama karanlık oyun odasına artık daha az giriyorlar günlerini mutfakta geçiriyorlardı. Yeni bir işi olmuştu annesinin, kasabaya yerleşen zengin ailelere yiyecek karşılığı çamaşır yıkıyor, ütü yapıyordu. Giderken kapıyı üzerlerine kilitliyor, karanlıkta gidip karanlıkta dönüyordu. Eve getirdiği yiyecekler sayesinde hepsinin solgun yüzlerine azıcık renk gelmişti. Siren sesleri günden güne azalıyordu. Ancak korku kirli sarı bir buluttu kasabanın üzerinde.  Sokaklarsa kan ve irin kokuyordu.

Azra boya kalemleriyle babasına benzeyen adamlar ve uçurtma uçuran çocuklar çiziyordu her gün. Doğum gününde babası gideli aylar olmuştu. Annesi çalıştığı evden getirdiği bisküvilerle minicik bir pasta hazırlamış, Ahmet de günlerdir gizli gizli uğraşarak yaptığı kırmızı kuyruklu uçurtmayı kardeşine armağan etmişti.

Eksikti küçük kız, Ayşe gibi, Ahmet gibi, kasabadaki tüm çocuklar gibi… Artık uçurtması elinde yemek yiyor ona sarılarak uyuyor, sokağa çıkmasına izin verilecek günü iple çekiyordu.

Sonra yeni haberler geldi. Barış olacaktı. Babası eve dönecekti…

Annesinin gözleri başka bakıyordu artık. Yine de evden çıkarken kapıyı üzerlerine kapatıyordu. O savaşı ikinci kez görmüş, ikinci kez yaşamıştı. Hem de iliklerine kadar. Askerlerin dönüş haberini aldığı o sabah bir şey söylemedi çocuklara. Ümit vermek istemedi. Babanız geliyor demedi. Hızlıca giyindi. Telaşla çıktı evden. Treni karşılamaya koştu. Kapıyı kilitlemeden…

Azra yüksek pencereden dışarıyı seyrediyordu. Önce annesinin gidişini gördü, sonra birden karşı komşunun kızını. Elinde bez bebeği kapının önünde oturuyordu. Uçurtmasını kaptı, kapıya koştu umutsuzca ama kapı açıktı.

Sirenler acı acı çaldı… Ahmet yukarı koştu.

Kapı açıktı. Sokaklar kanlı…

UÇURTMA                                                                                Işıl Ertunç 2018

Önce ortalık karardı. Sonra her şey sustu.

Azra uykudaydı. Karanlığa uyandı. En korktuğuna… Annesi sımsıkı sarmıştı onu kollarıyla.. Şaşkınlıkla  gözlerini ovuştururken  babasını ve Ahmet’i gördü oturma odasının sımsıkı kapatılmış tahta panjurları arasından usulca sızan gün ışığında.

Babası eliyle dudaklarını kapatarak küçük kızın yanına yaklaştı ve sessizce,

“Azracığım, Ahmet’le  ben birkaç gün evde olacağız, ayni tatillerde olduğu gibi. Buna sevineceksin değil mi? Böylece senin en sevdiğin oyunları birlikte oynamaya bol bol vaktimiz olacak. Ancak bir şartım var, ilk oyunumuz “ tıp”. Ben işaret verinceye kadar konuşmak yok, tamam mı tatlı kızım”… Dedi. Azra’nın yüzü asıldı; ama o bu oyunu bilmiyordu ki… O abisiyle saklambaç oynamayı severdi en çok. Bir abisine bir babasına baktı. Ahmet korkularını gizlemeye gayret ederek koştu, ona sarıldı ve kulağına, merak etme en çok da saklambaç oynayacağız, dedi. Bu sözler üzerine Azra’nın yüzü aydınlandı. Neşeyle odanın içinde koşuşturmaya başladı. Ahmet’in ürkekliğini, annesinin telaşını, hele hele babasının endişelerini anlamaksızın.

Sonraki saatler oldukça eğlenceli geldi Azra’ya. Beş yaşının saflığıyla ayak uydurdu  hiç denemediği bu oyuna. Babasının komutlarına da. Sessizce seyretti annesinin topladığı ufak tefek eşyaları ve giysileri mutfağa taşımasını. Sorularını biriktirdi küçücük aklında. Sustu… Ailecek oyun oynamak çok eğlenceli olacaktı. Üstelik de mutfakta…

Sonra babası mutfağa geldi, yerdeki kilimi ayağıyla ittirdi. Azra’nın hep nereye açıldığını merak ettiği o küçük ahşap kapak ortaya çıktı. Azra için oyun iyice heyecanlı olmaya başladı. Kapak çok sıkışmıştı; zorlanarak büyük bir gıcırtıyla açıldı.

“ Hepimizden çok ses çıkarıyor, hemen menteşelerini yağlamalıyız bunun Ayşe” dedi babası.

Azra kapağın da oynayacakları oyuna katılabilmek için sessiz olması gerektiğini düşündü. Baba önden, Ahmet, annesi ve Azra ardından daracık kapıdan aşağı inen taş merdivenlerden soğuk bir karanlığa doğru ilerlediler. Tavandaki ampullerin cılız ışığında mekanın gerçek kiracıları için saklambaç başlamıştı bile. Hızla köşelerine kaçıştılar.

Ufak bir masa, birkaç sandalye ve iki eski yatağın bulunduğu odaya küf ve toz kokusu hakimdi. Azra heyecanla odanın içine oradan oraya koşarak hayalindeki masala açılan kapıyı aradı. Bulamadı. Canı sıkıldı. Çocuk sabrı taşıyordu. Ağladı ağlayacaktı. Babası mutfakta toplanan eşyaları bir bir aşağıya taşırken annesi de odayı yaşanacak hale getirmeye çalışıyordu. Ahmet elinde  oyuncak sepetiyle merdiven başında belirinceye kadar somurttu durdu Azra.

Gündüzleri mutfakta akşam olunca karanlık oyun odasında sürüyordu saklambaç. Ahmet’in okula gitmeyişini, babasının  neşesizliğini annesinin sofraya daha az ekmek koymasını ve sürüp giden bu sessizliği delen gök gürültülerinin nedenini anlayamıyordu Azra. Ne annesi ne babası anlamasını istemezdiler zaten.

Bir sabah babası omuzlarında ve şapkasında yıldızlar olan bir takım elbiseyle indi merdivenlerden. Azra koştu kucağına atıldı. Omzundaki yıldızları okşamaya başladı. Sonra burnu gıdıklandı. Hapşırdı. Tıpkı babaannesinin sandığı gibi kokuyordu babası.

“Birkaç gün için şehre gidiyorum,  ben yokken oyunu bozmak yok. Gelince sana söz verdiğim uçurtmayı beraber yapacağız sonra hep birlikte uçurmaya gideceğiz.” Dedi.

Azra günlerdir biriktirdiği gözyaşlarını salıverdi yıldızların arasına. Burnunu çeke çeke ağlarken sordu,

“Kuyruğu da olacak değil mi?”

Babası taş merdivenleri tırmanıp mutfağın içinde kaybolurken Ahmet’in de annesinin de gözleri yaşlıydı.

Günler geçerken Azra şaşkınlık içindeydi; oynadıkları bu saklambaç oyununu, kimden saklandıklarını anlamasa da, Ahmet’in okula gitmeyip onlarla beraber olması, annesinin konu komşuya gitmemesinden memnundu önceleri. Ama arkadaşlarını görememek, bahçeye çıkamamak hoşuna gitmiyor, canı çok sıkılıyordu.

Annesinin iyice azalmış unla ekmek yoğurduğu bir gündü. Ahmet küçük kardeşini omuzuna almış mutfağın tavana yakın pencereden dışarıyı göstererek oyalamaya çalışırken birden kulakları tırmalayan bir sesle irkildiler.  Azra’nın hiç tanımadığı, Ahmet’inse unutamadığı; benzer bir ses duyduğunda masanın altına saklandığı ya da o sesi bastırmana kadar bağıra bağıra şarkılar söylediği…

Hortlayan savaşın sesi yaklaşıyordu.

Derken sokaklarda bir koşuşturma başladı, insanlar çığlık çığlığa sığınacak bir yer aramaya başladılar. Önlerine gelen her evin kapısını vurup yardım istiyorlardı.  Azra daha ne olduğunu anlamadan oyun evine inmiş, mutfağa çıkan küçük kapıyı kapatmışlardı. Gerçek saklambaç şimdi başlıyordu. İlk kez sokak kapısının vurulmasına aldırmadı annesi. Azra’yı da Ahmet’i de yorganın altına soktu, elleriyle kulaklarını tıkadı. Uçaklar yaklaşıyordu. Az sonra dışarıda bombalar patlayacak ortalığı kan gölüne çevirecekti. Ahmet’in Azra yaşındayken tanıştığı savaşı küçük kızı bilmesin diye çok dua etmişti Ayşe ama olmamıştı. Yedi yıl sonra canavar geri dönmüştü. Ertesi sabah oynadıkları oyunun ‘savaş saklambacı’ olduğunu söylemek zorunda kaldı küçük kızına.

Azra artık bu oyuna katılmak istemiyordu. Sık sık mızmızlanıyor, odasına çıkıp pencereden bakmak istiyordu. Neden artık hiç yumurta yemiyorlar, süt içmiyorlardı? Neden bu oyun bitmiyordu, neden babası gelmiyordu? Neden annesi sık sık ağlıyordu? Neden bazı geceler mutfak kapısını üstlerine kapatıp kendisi yukarıda kalıyordu.  Neden o gecelerde üst kattan koca koca adamların sesleri duyuluyordu? Azra o zaman çok korkuyor, Ahmet’in koynuna saklanıyordu.

Bir süre sonra Azra artık cevap alamadığı soruları sormamayı öğrenmişti.                                   

Sonra bahar geldi. Umut da birlikte… Savaşın sesi uzaklaşmıştı. Yine de kasabada hala pazar kurulmuyordu. Boş sokaklar aç köpeklere kalmıştı. İnekler süt vermez, tavuklar yumurtlamaz olmuştu. Konu komşu elinde kalanı takas ederek karın doyuruyordu. Azra ile Ahmet hala sokağa çıkamıyorlardı ama karanlık oyun odasına artık daha az giriyorlar günlerini mutfakta geçiriyorlardı. Yeni bir işi olmuştu annesinin, kasabaya yerleşen zengin ailelere yiyecek karşılığı çamaşır yıkıyor, ütü yapıyordu. Giderken kapıyı üzerlerine kilitliyor, karanlıkta gidip karanlıkta dönüyordu. Eve getirdiği yiyecekler sayesinde hepsinin solgun yüzlerine azıcık renk gelmişti. Siren sesleri günden güne azalıyordu. Ancak korku kirli sarı bir buluttu kasabanın üzerinde.  Sokaklarsa kan ve irin kokuyordu.

Azra boya kalemleriyle babasına benzeyen adamlar ve uçurtma uçuran çocuklar çiziyordu her gün. Doğum gününde babası gideli aylar olmuştu. Annesi çalıştığı evden getirdiği bisküvilerle minicik bir pasta hazırlamış, Ahmet de günlerdir gizli gizli uğraşarak yaptığı kırmızı kuyruklu uçurtmayı kardeşine armağan etmişti.

Eksikti küçük kız, Ayşe gibi, Ahmet gibi, kasabadaki tüm çocuklar gibi… Artık uçurtması elinde yemek yiyor ona sarılarak uyuyor, sokağa çıkmasına izin verilecek günü iple çekiyordu.

Sonra yeni haberler geldi. Barış olacaktı. Babası eve dönecekti…

Annesinin gözleri başka bakıyordu artık. Yine de evden çıkarken kapıyı üzerlerine kapatıyordu. O savaşı ikinci kez görmüş, ikinci kez yaşamıştı. Hem de iliklerine kadar. Askerlerin dönüş haberini aldığı o sabah bir şey söylemedi çocuklara. Ümit vermek istemedi. Babanız geliyor demedi. Hızlıca giyindi. Telaşla çıktı evden. Treni karşılamaya koştu. Kapıyı kilitlemeden…

Azra yüksek pencereden dışarıyı seyrediyordu. Önce annesinin gidişini gördü, sonra birden karşı komşunun kızını. Elinde bez bebeği kapının önünde oturuyordu. Uçurtmasını kaptı, kapıya koştu umutsuzca ama kapı açıktı.

Sirenler acı acı çaldı… Ahmet yukarı koştu.

Kapı açıktı. Sokaklar kanlı…

Işıl Ertunç 2018

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s