CAFCAFLI

20 Şubat 2021

Belki bugün yarındır, diye mırıldanarak kilidi açtı. Paslanmış bu da benim gibi düşüncesi geldi oturdu yüreğine. Sonra çıkartıp attı paslı kilidi dükkanın karanlığına. Düğmeyi çevirdi.  Floresan ampul bir iki titredi, sonunda mavimsi bir ışıkla aydınlattı ortalığı.  Perdeyi araladı.  Arkaya geçti. Bir süre aynadaki adamla hasbıhal etti. Saçların da amma uzamış be oğlum. Bugün yarın derken tıraşı da boşladın. Öğleni geçirmeden halletsen bu işi. Hem belki bugün….

Sarkmış  omuzlarını dikleştirdi. Meşin önlüğü üzerine geçirdi. Dolaştı dükkanı önce. Sıraya konmuş işlerine göz gezdirdi. Yolları bir türlü doğru dürüst asfaltlamayan, çukurları doldurmayan, kaldırım taşlarını ikide bir değiştiren belediyeye şükür, dükkan yürüyordu. Zaten hiçbir şey eskisi kadar sağlam değildi. Ne tabanlar gerçek kösele, ne topuklar demirli, ne de kullanılan deri deriydi. Pek şikayeti yoktu. Ancak her yere spor ayakkabıyla gitmek moda olunca çırağa yol vermişti.

Teslime hazır işlere baktı sonra. İsimleri kolayca görülecek şekilde diziliydiler raflara. İsimler; onlar hep tanıdık, hep aynı. Mahalle esnafının kunduraları, Ayşe teyzenin kızının çizmesi, Handan hanımın zenneleri, Ahmet beyin ikizlerinin okul ayakkabıları. Müjgan teyzenin terlikleri. Sapları dikilecek bir iki çanta.

Sadece biri, biri yabancıydı.  Gide gele aşınmış poşetlerin arasından çekti çıkarttı onu. Pahalı mağazaların birinden alındığı her halinden belli, cafcaflı poşeti açtı. Haftalar önce aceleyle tamir ettiği yüksek topuklara heyecanla baktı. O an ten rengi naylon çoraplar içinde bir çift narin ayak göründü kırmızı deri iskarpinin içinden. Yüreği hop etti.

 “Çok acelem var bunu hemen yarına hazır ediverin,  diğerinin atkısı kısalacak şimdi kalsın ne zaman olursa? ”

Ne adı ne telefonu vardı.

Diğeri aklına geldi. Diğerini çalıştığı tezgahın altına koymuş bekletiyordu. Bekletmiyor, bekliyordu. Her an yarın olmasını bekliyordu. Geldiğinde onu buyur edecek, ölçü almak için tabureye oturmasını isteyecek. Bu kez incecik bantlı sandaletleri o narin ayaklara kendisi giydirecek. Elleri incecik bileklerle buluşunca yüzü kızaracak. “olmuş mu …“ derken, ağır ağır yukarı doğru yol alan bakışları çıplak yanık tenini okşayıp nihayet gözlerine değecek, pahalı bir çiçek kokusu yüreğini delecek, dünyası değişecek…

Cafcaflı poşeti provaya hazır sandaletlerle birlikte göz önünde bir yere koydu. İçeri giren çıkan, genç yaşlı, kadın erkek müşterilere cevap verirken öğleyi buldu.  Önlüğünü çıkarttı. Dükkanı karşıdaki manavın çırağına emanet edip berberin yolunu tuttu.

Pasından arınan yüreği umutla kanatlanmış koşarak geri gelirken, içindeki ses; “belki bugün, yarındır” diye bas bas bağırıyordu. Dükkana yaklaştığında adımları ağırlaştı, kolları iki yana sarktı. 

Umut cafcaflı poşete girmiş köşeyi dönüyordu.

Reklam

Dedikodu Yapacağıma

Dedikodu Yapacağıma  / 2013 Arşivimden

– Sonaycığım, bizim masayı şöminenin yanına mı alsak diyorum, hava oldukça soğuk. Biliyorsun Nazan torununu getirmezse oyuna gelemiyor. Kanepeye yakın olursak belki uyur oğlan.

– Nurten Ablacığım, alalım hemen. Bu arada bacak kadar çocuğun yeri mi burası Allah aşkına.Nazan ablaya bir kez diyecek oldum, söylediğime söyleyeceğime pişman oldum.Sizin samimi arkadaşınız, siz deseniz bir kere de. Müşteriler de şikâyetçi. Edepsiz geçen hafta bunların masasının altına saklanmış…

– Eeeee!

– Kızların bacaklarını dikizliyormuş bacaksız. Olacak şey değil vallahi. İşimden gücümden olacağım. Ben şuranın ruhsatını alana kadar ne çektim sen biliyorsun.

– Haklısın canım,babannesi hamama, anneannesi oyuna götürürse, o çocuktan ne hayır gelir ki. Baksana gide gele okuma yazmayı sökmeden kanastayı sökecek. İyi ki parasına oynamıyoruz, yoksa esaslı bir kumarbaz olur çocuk. Desene hem de çapkın bir kumarbaz.

Yandım ben yandım… Nurten abla erken geldi ya,işin yoksa laf yetiştir.

– Masanın yeri iyi oldu mu ablacığım? Hem aydınlık, hem de sıcacık.

– Sağ ol. Nazan’ı en sıcak köşeye alırız. Ben Berrin’le şöyle pencereye yakın otururuz. Malum, ara sıra iyi saatte olsunlar geliyor ya bize. Şu menapoz halleri, bilirsin işte.

Nereden bileceksem. Daha otuz beşimi yeni bitirdim ayol.  

– Neredeyse gelirler. Gecikmeseler bari. Zaten haftada bir kerecik buluşuyoruz. Maksat kafa çalıştırmak. Alzheimer hastalığına bulmaca yapmaktan bile daha iyiymiş oyun oynamak.

-Yok artık, Nurten ablacığım.Allah korusun!

Bu kadar çok konuşan kadın bir de Alzheimer  olursa…

– Burayı kadınlar kahvesi yapman ne iyi oldu. Evde oyun oynanmıyordu. Bir gün önceden hazırlık yap, yemekti, kahveydi, çaydı derken akşam oluyordu.

-Ablacığım, sen yabancı değilsin, müsaadenle ben yeni gelen hanımlarla ilgileneyim.

Nurten hanıma kalsa sadece onunla sohbet edeyim. Müşterilere kim bakacak acaba…

– Tabii kızım tabii. Zaten şunun şurası dört masacık. Aman müşterini kaçırma!

Şunun şurası iki lafın belini kırdık. Duyan da dükkan doldu boşaldı sanır.

–  Bunlar da “hırsız” oynayacaklarmış. O da sizin gibi kafa çalıştırmak için iyiymiş.

– Öyleymiş de şimdi sen diyeceksin ki bu kadar oynuyorsunuz da siz yararını gördünüz mü?

Pek emin değilim. Kafamda bin tane iş. Aramızda kalsın, dün evden alelacele çıktım, asansöre girdim, kapıyı kapattım, gözüm aynaya kaydı; saçımın boyası gelmiş, kaşım çıkmış, gıdım sarkmış derken asansörün kapısı açıldı arkamda en üst kattaki komşunun oğlu. Ben yüzümü inceleye durayım asansörün düğmesine basmayı unuttuğum gibi yukarı çekildiğimin de farkında değilim. Rezil oldum, rezil. “Bir problem yok değil mi Nurten Teyzeciğim, kendi kendinize konuşuyordunuz da” demesin mi? Yemin ver kız Sonay, bizimkilere ağzından kaçırmak yok, bozuşuruz.

-Söz, söz. Merak etmeyin siz. Geldim hanımefendi geldim. Yemekleriniz de geliyor.

Yandık vallahi işin yoksa cevap yetiştir.

-Sonay, bak ne diyorum. Sen aslında şu şöminenin önüne bir Şark Kahvesi köşesi yapsan. Bir de bir falcı ayarlasan, bak paraya para demezsin. Ne iyi olur.

 Bu kadar akıl vereceğine oturup bir şeyler içse de masanın parasını çıkartmaya başlasak.

-Onu düşündüm düşünmesine de şu ara çok masrafım var. Annem gelenler evlerinde gibi hissetsin kızım, yerler ahşap, perdelerle abajurlar bir örnek el örgüsü, masa örtüleri nakışlı olsun deyince biraz fazla açıldık.  İnan olsun şu tabela bile dünyanın parası tuttu. Ahşap olsun, ferforje çerçevesi olsun derken…

-Biz de herkese reklamını yapıyoruz Sonaycığım. Keşke biz de daha sık gelebilsek. Hoş bazen oyun oynamaya mı geliyoruz yoksa didişmeye mi onu da bilemiyorum ya. Hafızayı koruyacağız derken arkadaşlığımız bozulacak. Sen de duyuyorsun, hır gür eksik olmuyor masamızdan.

-Öyle vallahi…

-Aramızda kalsın en çok da şu Şükranla uğraşıyoruz. İyi hoş ama çok sabırsız kardeşim. Sırası gelmeden kâğıt çekmeye kalkınca oyun bozuluyor. Helen geçen hafta ne yaptı bilsen…

-Yine ne yaptı?

-Benimle eşleşmişti. Dokuzdan el açıyoruz; ben açtım diye dök kağıtları ortaya bir sayıyorum ki sekiz buçuk. Bütün elimiz göründü. Yine battık tabii.

-Hay Allah! Vah vah…

–  Kurada Şükran’ı çektiğim günler onun yüzünden kaybediyoruz. Öyle pişkin ki, “Kumarda kaybettim, aşkta kazanırım bu akşam“ deyip kalkıyor masadan. Kızım sen zaten çoktan aşkta kaybetmemiş miydin? Sen değil miydin yatak odası hikâyelerini bir bir anlatıp adamı beş paralık eden. Sen değil miydin kocanın cebinde o mavi hapları bulduğunu anlatan…

-Deme abla, o nasıl söz öyle. Siz çok eski arkadaşsınız.

Ayıp ayol. Şu hale bak birazdan öpüşüp koklaşacaklar bunlar.

-Ben Nazan’la eşleşmeliyim. Hoş o da kabız ellidir. Kıyamaz cocolarına, açamaz oyunu bir türlü. İşin yoksa bekle dur.

-Ablacığım müşteriler…Geldim efendim.

-Seni lafa tuttum, bari beklerken sana yardım edeyim. İnşallah bugün hafif bir şeyler hazırlamışsındır bize. Almışım yine kiloları.

Alırsın tabi, hopini gırtlak. Hafif yap der, kremalı pastalara dayanamaz…

-Bugün size sebzeli krep yaptım. Üzerine de şekersiz bir meyve tatlım var ki, ağzınıza layık.

-Kızlar gecikmese bari. Nazan oğlanı doyurur gelirim demişti. Berrin güzellik salonuna uğrayacaktı. Kaşlarının dövmesi silinmiş, onları düzelttirecekmiş. Haftaya da oyun gününü değiştirelim diyor. Botoks randevusu varmış yine. Bana illa sen de gel şu göz kapaklarını kaldırtalım, gıdını aldıralım diye ısrar ediyor ama gözüm yemiyor.

-Doğru.

– Kardeşim şu Berrin’in  tanımadığı ne doktor,  ne estetikçi var memlekette. Bu kadar gençleşme merakı kimin için anlasam? Koca desen yetmişlik olmuş. Kafada tek tel yok. Kat kat göbek. Gençken de tipsizdi zaten. Aaa! Sakın sevgili yapmış olmasın bu Berrin…

 -Yok artık Nurten ablacığım. Nereden aklınıza gelir böyle şeyler bilmem.

Berrin Hanım duymasın ama ben de şüpheleniyorum.Geçende birinin kolunda geçiyordu başını çevirip bakmadı bu yana. Günahı boynuna…

– Hah bak, iyi insan lafı üstüne. Berrin arıyor… Gecikecekmiş biraz. Hiiiç şaşırmadım. Ne  güzel bir şey koktu öyle. Yoksa havuçlu kek mi var?

-Elmalı pay yaptım briç gurubuna, tarçınlı. Neyse yeni müşteriler de yemeklerden memnun kaldılar. Haftada iki gün geliriz dediler.

Diyet falan hikaye, versem elmalı payı önden götürür vallahi.

– Bu dükkânın en iyi tarafı köşe başı olması. Yılbaşı üzeri bir güzel de süslersin, Avrupa’daki kafelerden farkın kalmaz.  Sana benim Noel kurabiyelerimin orijinal tarifini de veririm.

-Ne iyi olur, belki gelir süslemesini de gösterirsin.

 – Olur olur. Of, bekle bekle sıkıldım. Hah!Şimdi de Nazan arıyor… Trafik varmış, on dakikaya geliyormuş… Onda da torun muhabbetinden başka şey yok ama oyunda iyidir. Kuralları da hep o hatırlatır. Her şeyi bildiğini iddia eder ama bunu freeshopta bir kazıklamışlar ki sorma gitsin.

-Deme yahu!

-Geçen hafta bir deste oyun kâğıdıyla geldi. Gerçek Kem, diye bir hava bir hava. Kâğıtları kutusundan çıkartalım ki ne görelim, kâğıtlar sahte.

-Ne diyorsunuz?

– Bizimki mosmor. Kem küm etti geçiştirdi.

-Nurten ablacığım, sen biraz şu dergilere bak istersen. Hem de o sırada dinlenirsin. Kızlara oyundan önce bu haftaki bütün sanatsal faaliyetlerini anlatacaksın ya! Benim mutfakta biraz işim var. 

Ben yeteri kadar şiştim, biraz da onlara kalsın enerjisi.

Aaaa! Şuna da bakın onlar gibi  dedikodu yapacağıma hiç değilse sanattan söz ediyorum ayol.

Üstelik Bedava

Bu metin 6 yıl önce “DURAKTA” teması üzerine yazdığım bir hikayeydi. Arşivden çıkıverdi.

Kalabalığın ter kokuları üzerime sinmiş, sıcaktan bayılmama ramak kalmıştı. Balık istifi gibi alt alta, üst üste yığılmıştık. Şoför otobüsün kapılarını durak harici açar açmaz içeriye hücum eden oksijeni burnuma çektim. Ayaklarım yerden kesildi. Şükür, tek parça halinde dışarıdaydım. İçinden çıkmayı başardığım konserve kutusu inen onca insana rağmen hala tepeleme doluydu. İşe gidebilmek için Zincirlikuyu durağında aktarma yapmam gerekiyordu. Hızlıca gerisin geriye durağa doğru acı içinde yürümeye başladım. Parmaklarım sandaletlerimden dışarı uğramış, üstelik otobüste üzerinde gezinenlerden de nasibini almıştı.

Bayram dönüşüne köprüdeki intihar vakası da eklenince yollar arapsaçına dönmüş Avrupa yakasında bu sabah hayat adeta felç olmuştu. Durakların çevresi benim gibi sıcaktan bunalmış ümitsiz yüzlerle doluydu. Gün, soğuk su satan çocuklarla selpakçıların günüydü. Sabah gazetelerinin çoğu yerlere oturanların altındaydı.

Kalabalığı yara yara durağa ulaştım. Gölgesine girebilmeyi bile büyük şans saydığım sırada duraktaki bankların birinin ucuna ilişmiş yaşlı bir teyzenin yanına oturmam için kaş göz ettiğini gördüm. “Sıkıştırmayayım” dediysem de teyze ısrarlı ben yorgundum. Annem rahatsızlanınca mütevazi bayram programım da suya düşmüş, gelene gidene hizmet etmekten usanmış, tatilin sonunu iple çekmiştim. İyice kenara geçip bana yer açınca ikiletmedim. Ancak huzursuzdum, ikide birde ayağa kalkıp geçen otobüslere bakıyordum. Hiç birinin yolcu almaya niyeti yoktu.

Sıkılmıştım. Göz ucuyla bana yer açan yaşlı teyzeye baktım. Bir yandan yelpazelenirken diğer yandan kitabını okuduğuna göre, acelesi olmayan tiplerdendi. Elimde olmadan tepeden tırnağa süzdüm kendisini. Annemin saçlarına benzettim saçlarını. Özel bir boyayla renklendirilmiş morla beyaz arası kısa saçları bigudiden yeni çözülmüş gibi muntazam kıvrımlarla kulaklarını örtüyordu. Pudralı buruşuk yüzü dudaklarındaki kırmızı rujla noktalanıyordu. Üzerinde beyaz, delikli incecik bir triko altında bej rengi poplin pantolon vardı. Bluzunun üzerine taktığı kat kat kolye hiç de yabancı değildi. Daha bu sabah boynuma takıp sonra bu sıcakta seninle uğraşamam deyip çıkartmıştım aynısını. Beyaz deriden spor ayakkabılarının rahatlığını anlamam için görmek bile yeterliydi.. Meraklı bakışlarla kendisini incelediğimi fark etmesi uzun sürmedi. Mor plastik çerçeveli gözlüğünde birleşti bakışlarımız. Sıcacık gülümseyişi içimi serinletti. Hafifçe doğrularak,

 “Teyzeciğim sizi de rahatsız ettim.” Dedim.

 “Ne münasebet evladım. Ne rahatsızlığı. Baksana şuncaacık kadınım. Sığışıverdik işte. Otobüslerin haline bakarsan seni bilmem de ben daha çok oturacağa benziyorum burada.” Derken elindeki ayracı okuduğu sayfanın arasına iliştirip kitabını kapattı.

“ Aslında alışığım duraklarda beklemeye ama bugün diğerlerinden farklı. Sanki İstanbul dolmuş dolmuş bugün taşmış. Baksana neredeyse öğlen olacak. Hadi ben neyse de işi gücü olan ne yapsın. Sen de işe gidiyorsun herhalde.”

“Evet ama bu gidişle anca paydosa yetişeceğim.

“ Ya siz, siz hangi otobüsü bekliyordunuz?”

“Önemli değil. Hangisi boş gelirse ona binerim artık. Hiç acelem yok. Beklerim.”

Bir yandan yelpazesini hızlıca sallarken bir yandan da bluzunu çekiştirip hava almaya çalışıyor.

“Off, aman Allahım, bu ne sıcak. Şu incecik şeye bile tahammülüm yok. Keşke kızımı dinleyip içime bir atlet giyseydim. O zaman bu üzerimdekini çıkartabilirdim. Ne diyorsun, bluzum güzel değil mi? Kızımın hediyesi. Onlara gittiğim zaman bir vitrinde beğenmiştim. Seksen yaşıma bastığım gün kapımda süslü bir paket buldum. Meğer kızım doğum günümü unutmamış, beğendiğim bluzu alıp kargoyla yollamış. Paketin içine ayrıyeten bir de atlet koymuş. Telefonda tembih üstüne tembih, buluzumu atletsiz giymemeliymişim. İçim görünürmüş. Çok beğendim diye almışmış, yoksa bu delikli şeyi sokaklarda giymem hiç mi hiç yakışık almazmış. Bu yaştan sonra bir de nasihat dinledim. Baksana Allah aşkına,  fena mı olmuş böyle? Tiril tiril, havadar. Hem kim neyimi görecek de yakışık almayacak?”

Kulağıma iyice yaklaşıp, fısıltıyla devam etti,

“ Etrafta bunca kütür kütür şeftali varken millet benim içi geçmiş mandalinalarıma bakar mı hiç? Hoş, ben sana bir şey diyeyim mi bunların içi geçmiş ama çok şükür benim içim daha geçmedi. Çektim mi ayağıma sporları, her yere yürürüm vallahi. Şu üzerimdeki pantolon var ya,  nereden baksan on beş, yirmi yılı vardır. Hala içine girebiliyorum. Bizim orada bir spor merkezi var. Spor da yaparım. Zumba biliyor musun, zumba süper bir dans. Ben zumba da yaparım, rumba da.”

Konuşuyordu.

Susuyordum.

 Ne anlatacaktım ki? Okul bittikten sonra hemen işe girdiğimi, boş zamanlarımı internet başında geçirdiğimi, arkadaşlarımızla bile ancak sanal ortamda görüşebildiğimi, yorgun yatıp yorgun kalktığımı mı anlatacaktım.

“Haklısınız teyzeciğim spor şart tabi, bir de zamanımız olsa. Görüyorsunuz işte, şu koca şehirde yutulup gidiyoruz. Günümüz yollarda geçiyor. Çoğumuz işten eve, evden işe. Sabahları doğru dürüst kahvaltı bile yapamadan evden çıkıyoruz. Sonrasında da gelsin poğaçalar börekler.”

Blue jeanimden fırlayan göbeğimi işaret ederek.

“Sonuç kilolar.”

Çantasını karıştırdı. İçinden önce bir torba galeta ardından bir termos çıkarttı. Heyecanlı heyecanlı,

“ Al evladım al şu galetalardan ye, içini bastırır. Burada ayran da var. Harareti keser, iç kızım iç, çekinme. Ben bunlar olmadan asla sokağa çıkmam.” Dedi ve elini yine çantasına daldırdı. İçinden aldığı elmayı minik çakısıyla soymaya başladı. Ellerine bakmaktan alıkoyamadım kendimi. Buruşmuş ipeğe benzeyen incecik elleri yaşını gösterseler de kırmızı ojeli tırnakları bunu hemen inkar ediyorlardı.

Şaşkındım.

Acıkmıştım.

 Bir iki galeta ve bir bardak ayrana hayır demedim.

Sohbetimiz sürerken trafik açılmış, otobüsler yolcu almaya başlamıştı ama benimki bir türlü gelmemişti. İşe geç kalmıştım bir kez. Hem bugün kim vaktinde işine gidebilmişti acaba.

İlk gelen boş otobüse binmek üzere toparlandım.

Mor gözlüklü durak arkadaşıma veda edecektim ki peşimden ayağa kalktı.

 “ Ben de senin bineceğin otobüse bineyim kızım. Bari yolda iki laf daha ederiz. Nasılsa akşama kadar otobüsler de duraklar da benim. Gez gezebildiğin kadar. Üstelik bedava.”

UÇURTMA

Azra uykudaydı. Karanlığa uyandı. En korktuğuna… Annesi sımsıkı sarmıştı onu kollarıyla.. Şaşkınlıkla  gözlerini ovuştururken  babasını ve Ahmet’i gördü oturma odasının sımsıkı kapatılmış tahta panjurları arasından usulca sızan gün ışığında.

Babası eliyle dudaklarını kapatarak küçük kızın yanına yaklaştı ve sessizce,

“Azracığım, Ahmet’le  ben birkaç gün evde olacağız, ayni tatillerde olduğu gibi. Buna sevineceksin değil mi? Böylece senin en sevdiğin oyunları birlikte oynamaya bol bol vaktimiz olacak. Ancak bir şartım var, ilk oyunumuz “ tıp”. Ben işaret verinceye kadar konuşmak yok, tamam mı tatlı kızım”… Dedi. Azra’nın yüzü asıldı; ama o bu oyunu bilmiyordu ki… O abisiyle saklambaç oynamayı severdi en çok. Bir abisine bir babasına baktı. Ahmet korkularını gizlemeye gayret ederek koştu, ona sarıldı ve kulağına, merak etme en çok da saklambaç oynayacağız, dedi. Bu sözler üzerine Azra’nın yüzü aydınlandı. Neşeyle odanın içinde koşuşturmaya başladı. Ahmet’in ürkekliğini, annesinin telaşını, hele hele babasının endişelerini anlamaksızın.

Sonraki saatler oldukça eğlenceli geldi Azra’ya. Beş yaşının saflığıyla ayak uydurdu  hiç denemediği bu oyuna. Babasının komutlarına da. Sessizce seyretti annesinin topladığı ufak tefek eşyaları ve giysileri mutfağa taşımasını. Sorularını biriktirdi küçücük aklında. Sustu… Ailecek oyun oynamak çok eğlenceli olacaktı. Üstelik de mutfakta…

Sonra babası mutfağa geldi, yerdeki kilimi ayağıyla ittirdi. Azra’nın hep nereye açıldığını merak ettiği o küçük ahşap kapak ortaya çıktı. Azra için oyun iyice heyecanlı olmaya başladı. Kapak çok sıkışmıştı; zorlanarak büyük bir gıcırtıyla açıldı.

“ Hepimizden çok ses çıkarıyor, hemen menteşelerini yağlamalıyız bunun Ayşe” dedi babası.

Azra kapağın da oynayacakları oyuna katılabilmek için sessiz olması gerektiğini düşündü. Baba önden, Ahmet, annesi ve Azra ardından daracık kapıdan aşağı inen taş merdivenlerden soğuk bir karanlığa doğru ilerlediler. Tavandaki ampullerin cılız ışığında mekanın gerçek kiracıları için saklambaç başlamıştı bile. Hızla köşelerine kaçıştılar.

Ufak bir masa, birkaç sandalye ve iki eski yatağın bulunduğu odaya küf ve toz kokusu hakimdi. Azra heyecanla odanın içine oradan oraya koşarak hayalindeki masala açılan kapıyı aradı. Bulamadı. Canı sıkıldı. Çocuk sabrı taşıyordu. Ağladı ağlayacaktı. Babası mutfakta toplanan eşyaları bir bir aşağıya taşırken annesi de odayı yaşanacak hale getirmeye çalışıyordu. Ahmet elinde  oyuncak sepetiyle merdiven başında belirinceye kadar somurttu durdu Azra.

Gündüzleri mutfakta akşam olunca karanlık oyun odasında sürüyordu saklambaç. Ahmet’in okula gitmeyişini, babasının  neşesizliğini annesinin sofraya daha az ekmek koymasını ve sürüp giden bu sessizliği delen gök gürültülerinin nedenini anlayamıyordu Azra. Ne annesi ne babası anlamasını istemezdiler zaten.

Bir sabah babası omuzlarında ve şapkasında yıldızlar olan bir takım elbiseyle indi merdivenlerden. Azra koştu kucağına atıldı. Omzundaki yıldızları okşamaya başladı. Sonra burnu gıdıklandı. Hapşırdı. Tıpkı babaannesinin sandığı gibi kokuyordu babası.

“Birkaç gün için şehre gidiyorum,  ben yokken oyunu bozmak yok. Gelince sana söz verdiğim uçurtmayı beraber yapacağız sonra hep birlikte uçurmaya gideceğiz.” Dedi.

Azra günlerdir biriktirdiği gözyaşlarını salıverdi yıldızların arasına. Burnunu çeke çeke ağlarken sordu,

“Kuyruğu da olacak değil mi?”

Babası taş merdivenleri tırmanıp mutfağın içinde kaybolurken Ahmet’in de annesinin de gözleri yaşlıydı.

Günler geçerken Azra şaşkınlık içindeydi; oynadıkları bu saklambaç oyununu, kimden saklandıklarını anlamasa da, Ahmet’in okula gitmeyip onlarla beraber olması, annesinin konu komşuya gitmemesinden memnundu önceleri. Ama arkadaşlarını görememek, bahçeye çıkamamak hoşuna gitmiyor, canı çok sıkılıyordu.

Annesinin iyice azalmış unla ekmek yoğurduğu bir gündü. Ahmet küçük kardeşini omuzuna almış mutfağın tavana yakın pencereden dışarıyı göstererek oyalamaya çalışırken birden kulakları tırmalayan bir sesle irkildiler.  Azra’nın hiç tanımadığı, Ahmet’inse unutamadığı; benzer bir ses duyduğunda masanın altına saklandığı ya da o sesi bastırmana kadar bağıra bağıra şarkılar söylediği…

Hortlayan savaşın sesi yaklaşıyordu.

Derken sokaklarda bir koşuşturma başladı, insanlar çığlık çığlığa sığınacak bir yer aramaya başladılar. Önlerine gelen her evin kapısını vurup yardım istiyorlardı.  Azra daha ne olduğunu anlamadan oyun evine inmiş, mutfağa çıkan küçük kapıyı kapatmışlardı. Gerçek saklambaç şimdi başlıyordu. İlk kez sokak kapısının vurulmasına aldırmadı annesi. Azra’yı da Ahmet’i de yorganın altına soktu, elleriyle kulaklarını tıkadı. Uçaklar yaklaşıyordu. Az sonra dışarıda bombalar patlayacak ortalığı kan gölüne çevirecekti. Ahmet’in Azra yaşındayken tanıştığı savaşı küçük kızı bilmesin diye çok dua etmişti Ayşe ama olmamıştı. Yedi yıl sonra canavar geri dönmüştü. Ertesi sabah oynadıkları oyunun ‘savaş saklambacı’ olduğunu söylemek zorunda kaldı küçük kızına.

Azra artık bu oyuna katılmak istemiyordu. Sık sık mızmızlanıyor, odasına çıkıp pencereden bakmak istiyordu. Neden artık hiç yumurta yemiyorlar, süt içmiyorlardı? Neden bu oyun bitmiyordu, neden babası gelmiyordu? Neden annesi sık sık ağlıyordu? Neden bazı geceler mutfak kapısını üstlerine kapatıp kendisi yukarıda kalıyordu.  Neden o gecelerde üst kattan koca koca adamların sesleri duyuluyordu? Azra o zaman çok korkuyor, Ahmet’in koynuna saklanıyordu.

Bir süre sonra Azra artık cevap alamadığı soruları sormamayı öğrenmişti.                                   

Sonra bahar geldi. Umut da birlikte… Savaşın sesi uzaklaşmıştı. Yine de kasabada hala pazar kurulmuyordu. Boş sokaklar aç köpeklere kalmıştı. İnekler süt vermez, tavuklar yumurtlamaz olmuştu. Konu komşu elinde kalanı takas ederek karın doyuruyordu. Azra ile Ahmet hala sokağa çıkamıyorlardı ama karanlık oyun odasına artık daha az giriyorlar günlerini mutfakta geçiriyorlardı. Yeni bir işi olmuştu annesinin, kasabaya yerleşen zengin ailelere yiyecek karşılığı çamaşır yıkıyor, ütü yapıyordu. Giderken kapıyı üzerlerine kilitliyor, karanlıkta gidip karanlıkta dönüyordu. Eve getirdiği yiyecekler sayesinde hepsinin solgun yüzlerine azıcık renk gelmişti. Siren sesleri günden güne azalıyordu. Ancak korku kirli sarı bir buluttu kasabanın üzerinde.  Sokaklarsa kan ve irin kokuyordu.

Azra boya kalemleriyle babasına benzeyen adamlar ve uçurtma uçuran çocuklar çiziyordu her gün. Doğum gününde babası gideli aylar olmuştu. Annesi çalıştığı evden getirdiği bisküvilerle minicik bir pasta hazırlamış, Ahmet de günlerdir gizli gizli uğraşarak yaptığı kırmızı kuyruklu uçurtmayı kardeşine armağan etmişti.

Eksikti küçük kız, Ayşe gibi, Ahmet gibi, kasabadaki tüm çocuklar gibi… Artık uçurtması elinde yemek yiyor ona sarılarak uyuyor, sokağa çıkmasına izin verilecek günü iple çekiyordu.

Sonra yeni haberler geldi. Barış olacaktı. Babası eve dönecekti…

Annesinin gözleri başka bakıyordu artık. Yine de evden çıkarken kapıyı üzerlerine kapatıyordu. O savaşı ikinci kez görmüş, ikinci kez yaşamıştı. Hem de iliklerine kadar. Askerlerin dönüş haberini aldığı o sabah bir şey söylemedi çocuklara. Ümit vermek istemedi. Babanız geliyor demedi. Hızlıca giyindi. Telaşla çıktı evden. Treni karşılamaya koştu. Kapıyı kilitlemeden…

Azra yüksek pencereden dışarıyı seyrediyordu. Önce annesinin gidişini gördü, sonra birden karşı komşunun kızını. Elinde bez bebeği kapının önünde oturuyordu. Uçurtmasını kaptı, kapıya koştu umutsuzca ama kapı açıktı.

Sirenler acı acı çaldı… Ahmet yukarı koştu.

Kapı açıktı. Sokaklar kanlı…

UÇURTMA                                                                                Işıl Ertunç 2018

Önce ortalık karardı. Sonra her şey sustu.

Azra uykudaydı. Karanlığa uyandı. En korktuğuna… Annesi sımsıkı sarmıştı onu kollarıyla.. Şaşkınlıkla  gözlerini ovuştururken  babasını ve Ahmet’i gördü oturma odasının sımsıkı kapatılmış tahta panjurları arasından usulca sızan gün ışığında.

Babası eliyle dudaklarını kapatarak küçük kızın yanına yaklaştı ve sessizce,

“Azracığım, Ahmet’le  ben birkaç gün evde olacağız, ayni tatillerde olduğu gibi. Buna sevineceksin değil mi? Böylece senin en sevdiğin oyunları birlikte oynamaya bol bol vaktimiz olacak. Ancak bir şartım var, ilk oyunumuz “ tıp”. Ben işaret verinceye kadar konuşmak yok, tamam mı tatlı kızım”… Dedi. Azra’nın yüzü asıldı; ama o bu oyunu bilmiyordu ki… O abisiyle saklambaç oynamayı severdi en çok. Bir abisine bir babasına baktı. Ahmet korkularını gizlemeye gayret ederek koştu, ona sarıldı ve kulağına, merak etme en çok da saklambaç oynayacağız, dedi. Bu sözler üzerine Azra’nın yüzü aydınlandı. Neşeyle odanın içinde koşuşturmaya başladı. Ahmet’in ürkekliğini, annesinin telaşını, hele hele babasının endişelerini anlamaksızın.

Sonraki saatler oldukça eğlenceli geldi Azra’ya. Beş yaşının saflığıyla ayak uydurdu  hiç denemediği bu oyuna. Babasının komutlarına da. Sessizce seyretti annesinin topladığı ufak tefek eşyaları ve giysileri mutfağa taşımasını. Sorularını biriktirdi küçücük aklında. Sustu… Ailecek oyun oynamak çok eğlenceli olacaktı. Üstelik de mutfakta…

Sonra babası mutfağa geldi, yerdeki kilimi ayağıyla ittirdi. Azra’nın hep nereye açıldığını merak ettiği o küçük ahşap kapak ortaya çıktı. Azra için oyun iyice heyecanlı olmaya başladı. Kapak çok sıkışmıştı; zorlanarak büyük bir gıcırtıyla açıldı.

“ Hepimizden çok ses çıkarıyor, hemen menteşelerini yağlamalıyız bunun Ayşe” dedi babası.

Azra kapağın da oynayacakları oyuna katılabilmek için sessiz olması gerektiğini düşündü. Baba önden, Ahmet, annesi ve Azra ardından daracık kapıdan aşağı inen taş merdivenlerden soğuk bir karanlığa doğru ilerlediler. Tavandaki ampullerin cılız ışığında mekanın gerçek kiracıları için saklambaç başlamıştı bile. Hızla köşelerine kaçıştılar.

Ufak bir masa, birkaç sandalye ve iki eski yatağın bulunduğu odaya küf ve toz kokusu hakimdi. Azra heyecanla odanın içine oradan oraya koşarak hayalindeki masala açılan kapıyı aradı. Bulamadı. Canı sıkıldı. Çocuk sabrı taşıyordu. Ağladı ağlayacaktı. Babası mutfakta toplanan eşyaları bir bir aşağıya taşırken annesi de odayı yaşanacak hale getirmeye çalışıyordu. Ahmet elinde  oyuncak sepetiyle merdiven başında belirinceye kadar somurttu durdu Azra.

Gündüzleri mutfakta akşam olunca karanlık oyun odasında sürüyordu saklambaç. Ahmet’in okula gitmeyişini, babasının  neşesizliğini annesinin sofraya daha az ekmek koymasını ve sürüp giden bu sessizliği delen gök gürültülerinin nedenini anlayamıyordu Azra. Ne annesi ne babası anlamasını istemezdiler zaten.

Bir sabah babası omuzlarında ve şapkasında yıldızlar olan bir takım elbiseyle indi merdivenlerden. Azra koştu kucağına atıldı. Omzundaki yıldızları okşamaya başladı. Sonra burnu gıdıklandı. Hapşırdı. Tıpkı babaannesinin sandığı gibi kokuyordu babası.

“Birkaç gün için şehre gidiyorum,  ben yokken oyunu bozmak yok. Gelince sana söz verdiğim uçurtmayı beraber yapacağız sonra hep birlikte uçurmaya gideceğiz.” Dedi.

Azra günlerdir biriktirdiği gözyaşlarını salıverdi yıldızların arasına. Burnunu çeke çeke ağlarken sordu,

“Kuyruğu da olacak değil mi?”

Babası taş merdivenleri tırmanıp mutfağın içinde kaybolurken Ahmet’in de annesinin de gözleri yaşlıydı.

Günler geçerken Azra şaşkınlık içindeydi; oynadıkları bu saklambaç oyununu, kimden saklandıklarını anlamasa da, Ahmet’in okula gitmeyip onlarla beraber olması, annesinin konu komşuya gitmemesinden memnundu önceleri. Ama arkadaşlarını görememek, bahçeye çıkamamak hoşuna gitmiyor, canı çok sıkılıyordu.

Annesinin iyice azalmış unla ekmek yoğurduğu bir gündü. Ahmet küçük kardeşini omuzuna almış mutfağın tavana yakın pencereden dışarıyı göstererek oyalamaya çalışırken birden kulakları tırmalayan bir sesle irkildiler.  Azra’nın hiç tanımadığı, Ahmet’inse unutamadığı; benzer bir ses duyduğunda masanın altına saklandığı ya da o sesi bastırmana kadar bağıra bağıra şarkılar söylediği…

Hortlayan savaşın sesi yaklaşıyordu.

Derken sokaklarda bir koşuşturma başladı, insanlar çığlık çığlığa sığınacak bir yer aramaya başladılar. Önlerine gelen her evin kapısını vurup yardım istiyorlardı.  Azra daha ne olduğunu anlamadan oyun evine inmiş, mutfağa çıkan küçük kapıyı kapatmışlardı. Gerçek saklambaç şimdi başlıyordu. İlk kez sokak kapısının vurulmasına aldırmadı annesi. Azra’yı da Ahmet’i de yorganın altına soktu, elleriyle kulaklarını tıkadı. Uçaklar yaklaşıyordu. Az sonra dışarıda bombalar patlayacak ortalığı kan gölüne çevirecekti. Ahmet’in Azra yaşındayken tanıştığı savaşı küçük kızı bilmesin diye çok dua etmişti Ayşe ama olmamıştı. Yedi yıl sonra canavar geri dönmüştü. Ertesi sabah oynadıkları oyunun ‘savaş saklambacı’ olduğunu söylemek zorunda kaldı küçük kızına.

Azra artık bu oyuna katılmak istemiyordu. Sık sık mızmızlanıyor, odasına çıkıp pencereden bakmak istiyordu. Neden artık hiç yumurta yemiyorlar, süt içmiyorlardı? Neden bu oyun bitmiyordu, neden babası gelmiyordu? Neden annesi sık sık ağlıyordu? Neden bazı geceler mutfak kapısını üstlerine kapatıp kendisi yukarıda kalıyordu.  Neden o gecelerde üst kattan koca koca adamların sesleri duyuluyordu? Azra o zaman çok korkuyor, Ahmet’in koynuna saklanıyordu.

Bir süre sonra Azra artık cevap alamadığı soruları sormamayı öğrenmişti.                                   

Sonra bahar geldi. Umut da birlikte… Savaşın sesi uzaklaşmıştı. Yine de kasabada hala pazar kurulmuyordu. Boş sokaklar aç köpeklere kalmıştı. İnekler süt vermez, tavuklar yumurtlamaz olmuştu. Konu komşu elinde kalanı takas ederek karın doyuruyordu. Azra ile Ahmet hala sokağa çıkamıyorlardı ama karanlık oyun odasına artık daha az giriyorlar günlerini mutfakta geçiriyorlardı. Yeni bir işi olmuştu annesinin, kasabaya yerleşen zengin ailelere yiyecek karşılığı çamaşır yıkıyor, ütü yapıyordu. Giderken kapıyı üzerlerine kilitliyor, karanlıkta gidip karanlıkta dönüyordu. Eve getirdiği yiyecekler sayesinde hepsinin solgun yüzlerine azıcık renk gelmişti. Siren sesleri günden güne azalıyordu. Ancak korku kirli sarı bir buluttu kasabanın üzerinde.  Sokaklarsa kan ve irin kokuyordu.

Azra boya kalemleriyle babasına benzeyen adamlar ve uçurtma uçuran çocuklar çiziyordu her gün. Doğum gününde babası gideli aylar olmuştu. Annesi çalıştığı evden getirdiği bisküvilerle minicik bir pasta hazırlamış, Ahmet de günlerdir gizli gizli uğraşarak yaptığı kırmızı kuyruklu uçurtmayı kardeşine armağan etmişti.

Eksikti küçük kız, Ayşe gibi, Ahmet gibi, kasabadaki tüm çocuklar gibi… Artık uçurtması elinde yemek yiyor ona sarılarak uyuyor, sokağa çıkmasına izin verilecek günü iple çekiyordu.

Sonra yeni haberler geldi. Barış olacaktı. Babası eve dönecekti…

Annesinin gözleri başka bakıyordu artık. Yine de evden çıkarken kapıyı üzerlerine kapatıyordu. O savaşı ikinci kez görmüş, ikinci kez yaşamıştı. Hem de iliklerine kadar. Askerlerin dönüş haberini aldığı o sabah bir şey söylemedi çocuklara. Ümit vermek istemedi. Babanız geliyor demedi. Hızlıca giyindi. Telaşla çıktı evden. Treni karşılamaya koştu. Kapıyı kilitlemeden…

Azra yüksek pencereden dışarıyı seyrediyordu. Önce annesinin gidişini gördü, sonra birden karşı komşunun kızını. Elinde bez bebeği kapının önünde oturuyordu. Uçurtmasını kaptı, kapıya koştu umutsuzca ama kapı açıktı.

Sirenler acı acı çaldı… Ahmet yukarı koştu.

Kapı açıktı. Sokaklar kanlı…

Işıl Ertunç 2018

Kardanadam

Işıl Ertunç

9.12.2014

Bahçe içindeki iki katlı ev yeni yıl balosuna katılmak için ışıltılı tuvaletini giymiş, omuzlarında bembeyaz etolü, adeta güzelliğiyle herkesi büyüleyecek şatafatlı bir kadın misali.  Kar bu sabah şehre yılbaşı hediyesi olarak gelmişti.

Nermin mutfak kapısını açar açmaz rüzgârın getirdiği kar taneleri içeriye hücum etti. Çöpü dışarıya bırakırken sabah evden tartışarak okula yolladığı kızını düşündü. Keşke ona karşı biraz daha anlayışlı olabilseydi. Olamamıştı işte. İşten güçten, kafasındaki bin bir düşünceden bazen Zeynep’e çok az zaman ayırdığını o da biliyordu ama şimdi akşamki davete odaklanmalıydı. Daha yapacak çok iş vardı; bir yılbaşı yemeği için on iki kişi pek kalabalık sayılmazdı ama özel bir geceydi nihayet. Yemeklerin lezzeti kadar çeşidi de önemliydi. Neyse ki hazırlıkların bir kısmını önceden tamamlamıştı. Dolabın kapağına astığı yapılacak işler listesini aldı. Hazır olanların üzerlerini çizdi. Şu ana kadar her şey yolunda gibiydi.

Bir an için yine kızına gitti aklı; ne yapsaydı yani, nasıl izin verebilirdi bu akşam arkadaşlarıyla dışarıda olmasına? Daha on altısını bile doldurmamıştı biriciği. Hem Mehmet’e ne derdi, nasıl ikna ederdi onu? Yalan mı söyleyecekti? Yok yok, en doğrusunu yapmıştı izin vermemekle.

Radyoyu açtı. Müzik kafasındaki düşünceleri dağıtırdı en azından. Hindiyi buzdolabından çıkartıp tezgâhın üzerine bıraktı. Hindi de baba hindiydi hani. Musa Efendi’ye o kadar da tembihlemişti, üç kiloyu aşmasın alacağın hindi diye ama adam ısrarla, bulamadım abla, deyip beş kiloluk hindiyi dayayıvermişti işte önüne. Olan olmuştu artık biraz daha uzun pişiririm diye düşündü. Hayvanı bir gün önceden güzelce tütsülemiş, temizlemiş, her yerini bir güzel tereyağıyla ovalamıştı. En çok övündüğü de hindinin içine dolduracağı kendi özel tarifiyle hazırladığı elmalı kestaneli pilavdı. Hindiyi doldurdu, sonra kanatlarını ve bacaklarını sıkıca birbirine bağladı. En sonunda da limon ve balla hazırladığı karışımla üzerini bir güzel soslayıp tekrar dolaba kaldırdı. Ana yemeğiyle şimdiden gurur duyuyordu. Ellerini önlüğüne asılı havlusuna kurularken mutfak kapısı vuruldu. Sabahki siparişlerini getiren Musa Efendi karşısında dikiliyordu. Koskoca hindiyle uğraştırdın beni diye azıcık sitem etmek istediyse de vazgeçti. Adamcağızın da işi başından aşkındı. Şimdi de şirketten çağırmışlardı. Bu havada oradan oraya gidiyorum diye şikayete hazırdı zaten. Söylenmesine fırsat vermeden elindekileri alıp şoförü yolcu etti. Adamın arkasından pencereden baktı. Kar hâlâ yağıyordu. Keşke okulları erken tatil etseler diye geçirdi içinden. Zeynep’e bir mesaj daha attı.

Lütfen ara beni.

Birden amansız bir sızı yokladı yüreğini. Minicik oğlunun çarpışan arabalardaki son fotoğrafı geldi gözünün önüne. Altı yıl olmuştu henüz beş yaşındaki Ozan’ı toprağa vereli. Doğum gününü kutlamak için gittikleri Lunapark eğlencesi felaketle sonuçlanmış, o günden sonra hayat hiçbiri için eskisi gibi olamamıştı. Zeynep için bu başlı başına bir travma olmuş, kazanın ardından uzun süre tek bir kelime bile konuşamamıştı. Mehmet de kendini alkole vermiş,  sigarayı elinden düşürmez olmuştu. Zeynep’in tekrar konuştuğunu duyana kadar kapısını aşındırmadıkları kapı kalmamıştı. Konuşmasına konuşmuştu Zeynep ama artık  hırçın ve kaprisli bir çocuktu. Bazen hiç susmaz, bazen de günlerce içine kapanır konuşmazdı. Son danıştıkları doktor kardeş kaybını bir haksızlık olarak gören benzer çocuklarda intihara yatkınlık olabileceğini ima edince Nermin kızını gözünden bile sakınır olmuştu. Hayat artık Mehmet ve Zeynep demekti.

Belki de fazla sıkıyorum ama elimde değil, diye sesli düşünürken buldu kendini. Toparlanmaya çalıştı. Geç oluyordu. Listeden hindiyi çizdi. Mutfağı öylece bırakıp salona geçerken bir kez daha aradı kızını. Cevap alamadı.

Yemek masasının iki yanındaki uzantıları açtı. Özel günlerde kullanılan kıymetli, beyaz işli örtüyü masaya yaydı. Örtünün kendisi gibi işli kumaş peçetelerini gümüş halkaların arasından geçirdi. Nadide porselenden yemek takımının yanına gümüş çatal bıçakları, boy boy kristal kadehleri yerleştirdikten sonra masanın karşısına geçip şöyle bir seyretti. Bir şey eksikti. Çiçekler, evet çiçekleri ısmarlamayı unutmuştu. Şimdi Musa Efendi’ yi ara ki bul diye düşündü.  Bahçe makasını aldı, sırtına paltosunu taktığı gibi dışarıya fırladı. Arka bahçedeki çam ağacının alt dallarından hızla birkaç dal kesip koşa koşa eve girdi. Kestiği dalları vazodan çıkarttığı kokinalarla birleştirip sofranın ortasına güzel bir düzenleme yaptı. Masanın iki ucuna üzerinde ışıltılı mumların durduğu gümüş şamdanları da yerleştirince salon akşama hazırdı.

Zeynep ne telefonlarına ne mesajlara cevap vermemişti. Saate baktı, derste olmalılar henüz diye kendini avutmaya çalıştı. Sakin olmalıydı. Şimdi bir yorgunluk kahvesine ihtiyacı vardı. Cezveyi ocağa koyarken eli mutfak çekmecesinin dibine sakladığı sigara paketine uzandı, tam yakacakken vazgeçti. Diyalizle hayatını devam ettirmeye çalışan Mehmet’i düşündü. Tek bir sigara bile intihar demekken hala gizli gizli sigara içmekte inat eden kocasını. Sabahtan beri içine akıtmakta olduğu yaşlar birden gözlerine hücum ettiler. Kahve taşarken Nermin’in de keyfi tümden kaçmıştı. Sabah beri boğazına düğümlenen sıkıntı şimdi gözlerinden akıyordu. Çare çalışmaktaydı, çalışmak, unutmak demekti. Gözyaşlarını önlüğüne silip işine devam etmek için yine listesinin başına geldi. Oyalanmaya gerek yoktu. Konuklar sekizde geleceklerdi ama işler çok önceden bitmeliydi. Hazırlanan mezeleri sıra sıra dolaba yerleştirirken zaman da su gibi aktı. Saat beşi geçmiş, hava çoktan kararmıştı. Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Kar taneleri büyümüş, bahçe renk renk ışıltılı mumlarla süslenmiş kremşantiyle kaplı bir pasta olmuştu. Kocaman bir pasta. Bir süre bu güzel kartpostalı  seyretmekten kendini alamadı. Birden bahçede Ozan ile Zeynep’i kardan adam yaparken gördü… Anılar peş peşe üşüştüler… Komşu çocukların neşeli çığlıklarıyla kendine geldi. Ah, ah!  Şu kız bir delilik yapmadan eve gelsin, başka hiçbir şey istemiyorum, diye mırıldanarak tezgahın üzerinde fırına konmayı bekleyen hindiye döndü. Tepsiyi fırına soktu.

Bahçe kapısının vuruldu. Zeynep, Zeynep gelmişti işte. Koştu. Açtı… Rüzgarın uçurduğu bir dal parçasıydı gelen. Hava iyice kötülemiş fırtınaya dönmüştü. Kapıyı zorlukla kapattı.Sayısız aramalarına bir yenisini daha ekledi ama nafile… Bu kadar üzerine titrediği kızı onu ne kadar merak edeceğini hiç mi düşünmüyordu, hele hava böyle kötüyken. Birden öğleden beri artan merakı öfkeye dönüştü. Ne yapacağını bilmez bir hırsla telefonunu hırsla yere fırlattı.  Artık kendini bırakmış bağıra bağıra ağlarken ev telefonu da ısrarla çalıyordu.

-Nermin, Nermin, cebinden ulaşamadım. Her şey yolunda umarım. Hava berbat, ben de biraz erken çıkacağım. İçecekti, yemişti bir eksik varsa gelirken almaya çalışayım.

– Yolunda yolunda…Telefonumu…. Şeyyy telefonumu yere düşürdüm de… Bulamadım. Bir yerlere girmiş olmalı……….

–  Nermin, Nermin yoksa sen ağlıyor musun! Hayırdır, ne oldu?

– Zeynep, Zeynep ortada yok.

-Dur Nermin, dur hele soluklan da öyle anlat bakayım. Ne demek yok.

– Sabah çok kötü tartıştık.Tutturmuş bu akşam arkadaşlarıyla takılacakmış. Ne desem dinlemedi,  çılgınlar gibi çıktı evden. Bütün gün de telefonunu açmadı. Ah, bir delilik yapmadan eve gelse!.. Ah! Sen durumumuzu  biliyorsun ablacığım.  O bizim her… ıııh..of!

– Anlıyorum Nermin, anlıyorum ama Zeynep size çok düşkün biliyorum, kötü bir şey yapacağını hiç sanmıyorum.  Dur bakalım, telaşlanmadan bir çözüm bulalım. Sen okulu ara da dağılmışlar mı sor, ben de Musa Efendi’yi sana yolluyorum. O zamana kadar haber alamadıysan birlikte hareket edersiniz. Yanında biri olsun. Korkma, her şey yoluna girecek, eminim.

-Sağol ablacığım, sağol… Ama akşam, misafirler…

-Akşama Musa Efendi’ nin karısını çağırmıştım yardıma. Bizde kalacak. Sen evde olmalısın bu akşam. Yemeklerden de ayır biraz eve götürmek için.  Neredeyse unutuyordum, portmantodaki paketler de sizin Nerminciğim. Şimdiden iyi yıllar dilerim.

-Teşekkür ederim de…

-Hem yarın da erkenden gelme. Ben seni ihtiyacım olunca ararım. Ailece azıcık beraber olun. Böylece Zeynep’ in de gönlü olur.

Nermin bir yandan hızlıca ortalığı toparlarken bir yandan da hırsla yere fırlattığı telefonunu arıyordu. Yemek masasının altında halının üzerinde buldu sonunda. Yerinden çıkmış kapağını takmaya çalışırken gördü fotoğrafı. Zeynep ve arkadaşları Ozan’ın mezarının önünde kocaman bir kardan adamla poz vermişlerdi. Sonra altındaki mesajı okudu hıçkıra hıçkıra…

“Anneciğim, üzülme e mi! Kardeşim bu gece yalnız kalmayacak. Eve geç kalma hava berbat… Seni seviyorum. Şarj….”

 

 

 

 

Ekistra Kadir

Işıl Ertunç -11.12.2014

 

-Hoş gelmişsin Gülşen bacım gir hele.

-Hoop dedik hoop, nereye öyle? Sökül yüz papel süpürge parasını da raconumuz bozulmasın.

-Allah kurtarsın bacım.

-Pek de tazecikmiş, yazık ayol.

-Allah kurtarsın kızım.

-Ya! Çiçek, çiçek maşallah.

– Çök şuraya da bi ifadeni alalım görelim kalıcı mı, gidici misin, kimin nesi kimin fesisin?

-Adamı imamın kayığına bindirivermişsin diyorlar kız,  harbi mi?

–  Harbiyse salmazlar daha bunu.

– Yemezler, yarım porsiyon boyuyla bu mu becermiş herifi? Vardır bir dümeni.

-Şşşşt, kesin gargarayı be, anlat bacım sen takılma şu goygoyculara. Bunlar açmaya görsün gagayı, kısmak bilmezler.

– Of of, kahpe felek, bize de keleği düştü işte.

-Ne feleği, ne keleği kızım yeme bizi yeme, tahtalıya yollamışsın herifi.

-Yolladıysam, ben yolladım, nolmuş ? Hem o herif  dediğin aslanımdı benim aslanım.

-Kuyruğu cızlatmış senin aslan diyorlar.  Hah, hah hay!

-Eeeeeh!  Benim derdim sizi mi gerdi ?

-Bak bacım, kısa kes Aydın havası olsun.

-Dökül kız dökül hadi, attırma tepemizi!

-Açın kepçeleri madem. Galatasaray Hamamı!nda Dürdane Natır’ın namını bilmeyen varsa beri gelsin. Anam olur.Yamağıydım bir zamanlar. İşin yoksa akşama kadar tiplisi, tipsizi, tazesi, koca karısı, huruspiği, saftiriği bir ton etle didiş dur. İçim kalkar, gıkım çıkmazdı.. Akşam olunca işimiz biter, adamlar gelirdi dükkâna. Kadir enişteniz! Aslanıııım!  Akşamları işbaşı yapardı.. Karşılaşınca hafiften askıntı olurdu. Ben de boş değildim hani.

-Vay vay vaaay, kız yoksa siz?

-Herifçioğluna  yakışıklı desem az gelir. Gözü üzerime değdi mi, içim akıverirdi. Yakmıştım abayı da çaktırmıyorum. Bir gün sen kalk karı kılığına gir, sabahın körü gel içeri. Bul bir yolunu beni dikiz et. Benim moruk bunu enselemesin mi?

-Eyvaaah! Gitti cirlop gibi herif.

Tuttuğu gibi yakasından doğru külhana. Önce bir güzel saydırmış buna, sonra da ya kızı nikahlarsın ya da nah şu cehennemlikte geberir gidersin diye götünü tutuşturmuş.Aslanımın canına minnet. Anında oldu bittiye getirdi işi. Kız var ya, istemesem bi cıngar da ben çıkartırdım alimallah, ama içim gidiyor, ya vaz cayarsa anam diye. Hiiç ikiletmedim.

-Bana bak Gülşen misin nesin, uzatma!…

-Nohut oda bakla sofa bir ev açtık; hem anamın dırdırından, hem de her gün karıları keselemekten, oralarını buralarını hamamotuyla yolmaktan kurtuldum. Hakkını vereyim; anam bir gelin hamamı kurdu ki, o biçim, ağızlara sakız.

-Oooh, bi hamam olsa da, sefamız olsa.

– Sen hamamı mamamı göreceksin yakın zamanda, az kaldı az…

-Çengiyse çengi, oyunsa oyun, kınaysa kına, bir cümbüş ki sormayın gitsin. Gelsin dolmalar, gitsin börekler, içilsin şerbetler. Vallah, billah sosyete kınaları halt etmiş. O gece dükkânı kapattı enişteniz. Mis kokular döktürdü her bir yana. Ah, ah! O göbek taşına soracaksınız  manzarayı. Köpükler içinde bir halvet olmuşuz ki ne halvet.

-Yeter kıtır attın be! Ne diyeceksen de hadi anlat nasıl akıttın pekmezini şu deyyusun? Masal dinlemeye mi geldik len?

– Herif azgın, ben dalında çiçek. Gözümün içine bir işaret, döşek  möşek demez giriverirdim koynuna. Nerede olursa artık. Şıpınişi.

-Ufak at da civcivler yesin.

-Eşşeğin kuyruğu gibi uzattın ha. Başlatacaksın şimdi halvetinden.

– Akşamları işe gider, sabaha karşı gelir yatardı. Gözünü açtı mı hoop koynundaydım.  İyiydik beee. …..Eeeeh!  Noluyo, film mi çeviriyoruz burda? Ağzımın içine düştünüz be. Ufak ufak yaylanın hele, daral geldi bana. Anlatmıyorum daha.

-Ay tam da heyecanlı yerindeydik.

– Kız Saliha aç oradan bi Amerikan suyu Gülşen ablana, koş çabuk. Anlat kızım bakma bunlara sen.

– Kadir’im paşa paşa erkekler hamamında çalışırken o olmaz olası turistik hamamın barosu gel bizim göbek taşına yat.  Bizimki bulmuş yağlı müşteriyi kaptırır mı, bir kese bir köpük sorma, adamın keyfi gıcır, iki güne kalmadan transfer ediverdiydi aslanımı. İyi mangır var bu işte dediydi Kadir. Tez zamanda belimizi doğrulturuz, ne istersen alırız kız, dediydi.

-Şimdi onun beli eyice bi doğrulmuştur ya eşşek cennetinde.

-Artık sabahtan dükkâna gidiyor anca gece yarısına doğru geliyor. Her akşam bir tomar yeşil koyuyor avcuma. Ben ne bilirim işin aslını. “Sakal” diyor daha demiyor.  Bu adamlar buna ne demeye bu kadar sakal atsın diye saksıyı yoruyorum bulamıyorum. Soruyom, sorguluyom ses yok. Biraz sıkıştırınca iki burma geçiriyo koluma. Tak! İşte o zaman iyice kurt düşüyor içime, delleniyorum. Üstelik eskisi kadar ateşli de değil hani. Bu herif hapçı mı oldu yoksa gömü mü buldu… Kıskançlık yiyip bitirmeye başlıyor içimi. -Gülşen abla be senin bu film de otuz altı bölüm tekmili birdenmiş, baydın be.

-Bayılmıyordum anlatmaya. Nah! Sustum.

-Hadi bacım hadi çatlayacaz şimdi orta yerimizden.

– Bir gün vardım gittim bunun peşinden dükkâna, gözümde gözlük başımda en sarısından peruka. Bastım mangırı girdim içeri. Ne göreyim, cıbıl cıbıl Coniler, Helgalar. Kadir gibi daha kaç tellak göbek taşında gelene gidene yıkama yağlama. Bilmediğim dilden konuşuyorlar. Bir kurnanın dibine yanaştım dikizliyorum. Neyse ki buhardan kimse kimseyi seçemiyor. Derken ne göreyim bizimki bi sarı gacının peşinde halvetlerin birine girmesin mi? Tak, bende film koptu. İçime düşen o kurt var ya, canavar oldu o an. Düştüm peşine, dayadım gözümü aralığa, sen değil miydin beni dikiz eden…Ben daa ne anlatayım bacılar be daa  ne diyeyim? Ben demeyeyim siz annayın.

-Vay eşşoğlusu…

Duramadım, durunamadım. Fırladım dışarı. Bi mağzadan içeri Gülşen girdim, Helga çıktım. Doğru hamama. O kocamı dinden imandan çıkartan coğrafyası bozuk hamamcıya “ Kadir piliz”, dedim, “ekistra piliz” dedim.

-Ne dediğini bırak be, ne ettiğini de bacım be. Horozlar ötecek birazdan.

-Herifçioğlu beş tane yeşillik istedi. Cebimde Kadir’in yeşili bol ya. Anlaşıverdik.

Şıpınişi soyundum, doladım peştamalı girdim gösterdikleri halvete. En sarısından perukamın üzerine bir eşarpa bağladım o kadar işte.  Serildim yere yüzü koyun. Azdan geldi benimki. Baktım ziyadesiyle conconca sallıyor. Anlamaza yattım.  Kese yapsa yüzümü görecek diye dört buçuk atıyorum bi yandan. Şaum dedim kısık sesle onli şaum. Az sonra köpükten geçilmez oldu ortalık, yavaş yavaş iş almaya başladım heriften; kolay oldu yabancı değil ya, dünya ahret kocam. Karşılığı tez geldi.

-Kız pornoya sardın be. Bundan sebep deliğe mi düşülür?

-Herifçioğlu hazırmış, önce memelerimi ovuşturmaya başladı, sonra ellerini bacak arama daldırdı. Başladı oynaşmaya. Hani içim gitmiyor desem yalan. Nerdeyse teslim olacağım, birden kendime geldim, doğruldum, sen yat ben şaum diye işaret ettim. Çöktüm üzerine…Sonra her yer pekmez..

 

 

 

 

Gözüm Üstünde

 

Işıl Ertunç  2019 Ocak

 

Şehirlerarası nakliye kamyonu mobilyaları yükleyip gideli saatler oldu.

Koskoca evde fırtına öncesi sessizliği ve ben, baş başayız.

Üst kata çıkan merdivenin son basamağında oturuyorum. Gözlerimi iki hafta öncesine kadar kutsal bildiğim odanın kapısında. Kaç saattir buradayım bilmiyorum. İki hafta önce kilitlediğim kapının anahtarı avucumun içini yakıyor. Ama çaresiz bu kapı açılacak. İçerdeki cesetle yüzleşilecek.

Aniden içimdeki sessizliği bozuyorum. Avaz avazım şimdi.

“ Sen, sen bir katilsin Harun! Şimdi kork benden. Sana gün yüzü göstermeyeceğim.”

 Çığlığım evin boş duvarlarında yankılanıyor, cesaret olarak geri geliyor. Kalkıyorum, anahtarı kilide sokarken derin bir soluk alıyorum ve kapı açılıyor..

Dağınık odada dağılmış hayatıma bakıyorum. Tanıyor muyum bu hayatı… Yok ben yabancısıyım bu hayatın.

Mel’un bir koku var içeride. İhanet kokusu. Pencereyi açmadan komodinin üzerinde duran sahipsiz sigara paketine uzanıyorum. Derin bir nefes… Bir daha, bir daha…

Ciğerlerim alev alıyor.

Öksürüyorum.  Boğulurcasına.

Direniyorum. Boğulmuyorum.

Çok oldu oysa bırakalı. Tıpkı çok sevdiğim işimi bıraktığım gibi. Yıllar önce, hala bir çocuk sahibi olma umutlarımız yok olmamışken. Umutlar yok olurken aşkımız güçlenmişti. Beraberdik ya gerisi boştu.

Boşmuş.

“Herşey boşmuş be Harun”

Sigaranın dumanı o mel’un kokuyu silemedi.  Camları açsam… Çıkar belki.… Çıkmasın,  çıkmasın ki gevşemeyeyim. Çıkmasın ki bombamın pimi iyice gerilsin, gerilsin. Görev tamamlansın.

Sadece üç ay, üç kere otuz, doksan gün be Harun.

Erkek milletini yalnız bırakmaya gelmez kızım, diye açmıştı telefonu yönetici kadın. Sesi kulağımda.

İhaneti görmüş.

Duymuş.

İspatlamış.

Yeni taktırdığı güvenlik kameraları da şahit olmuş.

Yıllar sonraydı. Yeni bir proje için işe dönecektim. Önce mızmızlanmış sonra o da kabul etmişti kısa sürecek bu ayrılığı. Proje alanı Suriye sınırında, uzak bir köydeydi. Ben sahadan ayrılamıyordum ama o geliyordu hafta sonları. Hem de ne geliş.

Sen Harun! Sen değil miydin her geldiğinde o çocukları hediyelere boğan. Sen değil miydin beni o çorak yerde çiçeklerle canlandıran? Meğer sen bizi öldürmekle meşgulmüşsün. Haberim olmamış. Bu ceset öyle kolay kolay gömülmeyecek Harun!

Dolap kapaklarını çekmeceleri açıyorum. Bir an evvel olsun bitsin bu iş. Dayanamıyorum.

“Boşanmayacakmışsın. Bak sen! Sanki ben seni öyle kolay kolay boşadım da… Bu yaptığını yanına mı bırakacağım acaba? Dur sen dur, gözüm üstünde Harun!”

Valizleri bir bir dolduruyorum yere yığdığım pahalı giysileriyle. Hepsi marka;  kaşmir kazaklar, ipek gömlekler, flanel ceketler. Sıra kravatlara, kol düğmesi ve beyefendinin saat koleksiyonuna geliyor. Düğünümüzde takılan saat durmuş. Acı acı gülümsüyor kutusundan. Tozlanmış camı.  Siliyorum gözyaşlarımla. Sonra o da bir çantanın dibini boyluyor diğerleri gibi.

Kimse bilmiyordu bir sorunumuz –sorunu olduğunu.  Yaşanması gitgide zorlaşan bu dünyaya  geleceği belirsiz, mutsuz bir çocuk getirmemeye karar verdik, demiştik. Söz birliği yapmıştık. Söz vermiştik bir yastıkta…

Yastıkları alıp fırlatıyorum. Duvara çarpıyorlar. Duvar sessiz. Duvar utanç içinde.

Bu oda, bu yatak, bu perdeler, hepsi ihanetinden utanç duyuyor. Hele aynalar…

“ Ya sen! Sen hala aynaya bakabiliyor musun Harun. O aynadaki kim, sen misin?”

 “Her gece bir başka alem var sizin evde,  gel evine kocana sahip çık kızım.”  Demişti yönetici kadın. Harun Bey oğlumun, başka başka hatunlarla geldiğini görünce Salih Efendi’yi çağırdım, sordum. Meğer o da işin farkındaymış. Kulağı ağırdır ama dili pek gevşektir, bilirsin. Yarın öbür gün millet yazlıktan dönünce duymayan kalmaz olan biteni. Senin gibi güzeller güzeli, yumuşacık bir karısı olsun da… İnsan inanamıyor vallahi. Yapacaksın bir kaçamak, git otel, motel neresiyse…”

Çok düşündüm, acaba sadece bir kez olsaydı, bir kez ucuz bir otel odasında bu kadar yanar mıydı içim. Yanardı da, belki söndürebilirdik yangınımızı alevler bacayı sarmadan. Birlikte

Sonra devam etmişti,“Bir sabah arkadaşın İnci’nin kocasını da gördüm de sizden çıkarken. İnan gözlerime inanamadım.”

Kulaklarıma inanamamıştım.

İnci’nin kocası; İnci’nin, canım arkadaşımın… Ne yapacağım, nasıl söyleyeceğim? Yok, söyleyemem. Şimdi değil. Şimdi hiç zamanı değil. İnci kızını üniversiteye yerleştirmeye gitmişti Kanada’ya. Hem Ender Harun’dan  hadiseyi duyar duymaz yanlarına uçtu… Şimdi sessiz olmalı. Hiç sırası değil. Önce kendi çöplüğümü temizlemeliyim. Sonra, sonra elbet onun da hesabı görülür.

Yerimde duramıyorum. Geliyorum, diyen fırtına geldi çattı. Son valizi de hızla kapatıyorum. Sıra bunları layık olduğu yere götürmekte. Hadi bakalım Harun Bey, güle güle!

Taksi şoförü sorgulayan bakışlarına cevap alamayacağını çabucak anladı. Valizleri aşağı indirdi, bagaja yerleştirdi. Uzun bir yolculuğa çıkacağımı sanmış olmalıydı…

Son anda mutfağa dönüyorum. Karton, flomaster ve yapışkan bant. İşte ihtiyacım olan son bir iki şey.

Saatler sonra o seçkin sitemizin sokağından geçenlerin göreceği şu üç beş valiz ve birkaç çanta olacak. Bir de bu afiş…

KARANLIK

 

 

Işıl Ertunç  2018

 Odaları gezdi tek tek… Güzel bir anı bulmaktı isteği. Dolaplarda, duvarlarda, resim çerçevelerinde. Sonra mutfak kapısının arkasında çengele asılı mutfak önlüğünü hatırladı. Önlüğün etek uçlarında pikniğe gitmiş mutlu bir aile işliydi. Hiç tanımadığı annesi işlemiş.

Taksi kapıda bekliyordu.  Çocuğu kucakladı. İçi giysilerle dolu çantaları aldı. Kapıyı çekti.

Şehirde akşam oluyordu.

Karanlıkla ilk kez garaja girerken karşılaştı. İyi, dedi içinden, tam sürpriz olacak. Son model cipin pırıl pırıl kaportasını okşadı. Bu akşam, Çiğdem uyuduktan sonra şöyle romantik bir müzik, en iyisinden bir şişe kırmızı, bir de anahtarı eline verdim mi… Tamamdır. Buzlar çözülür. Hem şu son günlerde diline doladığı ‘gitmek’ de neyin nesi…

Zili çaldı. Bir daha, bir daha. Sonra seslendi Hülya! Hülya! Kapı açılmadı. İnce bir sızı saplandı kalbine. Telaşla cebinden çıkarttığı anahtarı kilidin içinde çevirdi. Kapı açıldı, sonra kapandı. ‘Donk’… Kapının kapandığı duyuldu. Evdense tek bir ses gelmedi. Ev karanlıktı.

Anahtarlarını etajerin üzerine bıraktı. Elektrik düğmesine bastı. Asma tavana gömülü ampuller ışıl, ışıl aydınlattı kocaman girişi. Ev hâlâ karanlıktı. Seslendi önce, sonra odaları dolaştı, sonra banyoya,  sonra mutfağa girdi. Ocak soğuk ve boştu. Buzdolabını açtı. Dünden kalan yağı donmuş tavuk budu bön bön sırıttı yüzüne. Yarım kutu yoğurt bir de pörsük marulla bakıştı bir süre.

Elini cebine attı, Hülya’nın ekran fotoğrafına dokundu bir daha, bir daha.

Telefonu yerde parçalara ayrılırken “Bu numara kullanılmamaktadır” diye cevapladı, diğer uçtaki metalik kadın sesi.

Boş evde boş salona girdi boş masanın başına çöktü.

Gitmek mi… Hayır, hayır! Yerinden fırladı. Yeni bir iz aradı odalarda. İzmarit dolu tablalar, yıkanmamış çamaşırlar, özensizce katlanmış gömlekler, eşleşmemiş çoraplar, orta yere bırakılmış mücevherler. Hep bir ağızdan alay ettiler bu halinle. Uzun zamandır kulaklarını tıkadığı şeyleri kaktılar kafasına;

 “Seni artık sevmiyorum” Demişti. “boşanalım tatlılıkla” demişti. Ya sen, sen ne demiştin. “ben seni seviyorum ya bu yetmez mi” demiştin. Yeni bir araba, sadece ona ait, kalbini yumuşatır sanmıştın. Ciddiye almamıştın onu. Ana baba sevgisi görmemiş, akraba ellerinde büyümüş, sevgiye aç, kanadı kırık bir güvercindi o senin omzuna düştüğünde. Sevdin, sevginle şımarttın, öylesi şımarttın ki daldan dala konan bir çalıkuşuna çevirdin onu. Çalıkuşları sadakat nedir bilmez. Çalıkuşları kafeste durmaz, bilemedin, sen onu. Ona verdiğin bunca şeyin bir gün gelip yetemeyeceğini bilemedin. Üç beş mücevher, şık giysiler, son model araba. Satın almaya çalıştın sen onun bu evdeki varlığını. Parmağına taktığın o pırlantalı kelepçenin işe yaramadığını görmek istemedin. Yeni hamileydi; ayrılmak istediğini dillendirdiğinde. Yapamıyorum deyip yatağını ayırdığında hamilelik sendromudur demişti doktor, sabır, demişti. Sabrettin. Sen onu sevdin o bebeğini. Kördün aşkından. Aranızda büyüyen uçurumu hiç göremedin.

Damarlarında akan kan  hızlandı. Yatak odasındaki karmaşayı bıraktı, kızının odasına koşarken, minicik bir umudu büyüttü içinde. Küçük pembe boyalı dolabı açtı. Boşluğun çarptığı tokat çok sertti.  Yatağın içinde unutulmuş bir oyuncak bebek kahkahalarla güldü yüzüne. “Şaşkın,şaşkın…Neden şaşırdın? Sana demişti, kızımı da alıp giderim demişti. Yapamaz sandın. Yanıldın, yanıldın.

Gözleri karardı. Başı dönüyordu. Güçlükle kendini banyoya attı. Soğuk suyla kendine gelmeye çalıştı. Öfkesi, korkuya, korkusu, öfkeye, sonra hepsi kıskançlığa dönüştü birden. Kıskançlık, şüphe, şüphe, öfke… Evet, bir başkası, kesin bir başkası vardı. Banyonun dört yanını kaplayan aynalar bir ağızdan konuşarak üzerine geldiler. Ne sandınEvvelki geceyi hatırlasana; aynı yatakta yatmıyor diye tartıştınız. Seni sevmiyorum, yapamıyorum beni zorlama dedi. Avukatımla görüşüyorum dedi. Gidersen çocuğu sana bırakmam dedin. Ya o ne dedi, hatırla, hatırla bakalım! Kimin çocuğunu kimden alıyorsun demedi mi? Dalga geçtin yine umarsızca, ah sen ne kadar küçümsedin onu… Sarhoşsun sen, ne dediğini bilmiyorsun” dedin. Salonun ortasında sevişmeye zorladın. Bir tecavüzcü gibi girdin bacaklarının arasına son noktayı koyan sen oldun. Hıçkırıklarını zorbaca öperek susturdun. Safsın, safsın, safsın.

Avukatım, avukatım demişti. Acele etmeliydi. Onu bulmalıydı. Buldu. Çekmecelerin birinde unutulmuş… Unutulmuş muydu?

Üzerinde cübbesi yanında Hülya, diğer yanında Çiğdem. Gözler yalan söylemedi, bir de yanaktaki o derin gamze. Kimden geldiği bilinemeyen.

Nefes alamıyordu. Elini kalbine götürdü.

Şehirde sabah oluyordu.

Ev karanlıktı…

Biblo

Işıl Ertunç

17.12.2014

Babam, zavallı babam,  gün boyu şehrin arka sokaklarında belediyenin turuncu kamyonunun arkasına asılıp çöp varillerini boşaltan, akşamları yorgunluktan omuzları çökmüş yuva bildiği eve dönen, kulaklarını askerden döndüğünde iki tramvaya kurban vermiş, kulakları dünyanın seslerine kapalı babam. Babaannemin dediğine göre alışmış artık o bu sessiz dünyaya.

Babaannem pek huzursuz bugün nedense. Caddeyi boylu boyunca görebildiği koltuğunda bile eğreti oturuyor. Sözüm ona örgüsünü örüyor ama gözü hep dışarıda. Birden telaşla merdivenlerden aşağıya inip kapıyı açtığını duyuyorum ama her gün olduğu gibi babamla beraber yukarı çıktıklarını duymuyorum. Guguklu saat biraz önce sadece dört kez öttü. Zaten babam bu saatte gelmez ki. Birisi geldiyse neden yukarı çıkmıyorlar? Aşağı katta sadece mutfak var… Öyle oturacak bir yer yok ki. Merak ettim, kim geldi acaba? Babaannem neden yukarı çıkmadı hâlâ?

Sur içinde yaşarız biz. Babaannemin nohut oda bakla sofa evceğizinde. Babamın başka gidecek yeri yoktur akşamları. İşi bittiğinde doğru eve gelir. Babaannemin pişirdiği iki kap yemeği birlikte yeriz. Babaannem cumbanın önündeki bir zamanlar bordo olduğunu sandığım berjer koltuğunda, babamsa kıvrıldığı divanın üzerinde uyuyakalır. Bense oturduğum yerden onları seyrederim. Babaannemin büfesindeki minik renkli likör şişelerinin arasında duran nadide bir biblo gibi oturduğum yerden hiç kıpırdamam. Kıpırdayamam çünkü. Zaten kıpırdamak da istemem. Yürüyemiyorum ben. Babaannem olmasa ben işte o biblodan farksızım. O yedirir, o içirir, o temizler beni. Kıpırdayamayacağımı bildiği halde ikide bir “Yerinden kıpırdamak yok, ses çıkarmadan usul usul otur, söz dinle” diye tembihler ikide birde. Yürüyemediğim için babam bana çok kızgın. Benimle tek kelime konuşmuyor. Oysa duymuyor diye ben ona hiç kızmıyorum. Ne ilk agucuklarımı, ne ilk sözcüklerimi, ne oturduğum yerde mırıldandığım şarkılarımı duymadığı için ne ona ne de ne görebildiğim ne sesini duyabildiğim anneme kızmıyorum. Ama annem, o hiç tanımadığım kadın çok ama çok kızmış olmalı ki, beni kendinden yoksun bırakmış. Bacaklarım eksik doğunca babamdan hırsını alamayıp terk etmiş onu. Babaannem ara sıra babamın duymadığını unutur, ya da duymamasına aldırmadan kafasındakileri bir bir sıralar, sayar döker. Anlarım ki babamın annemi çok üzmüş olduğunu. Esas, anasız kalmamın sebebinin babam olduğunu. Babaannem komşu teyzelere anlatırken öğrenmiştim ben gerçeği. Meğer ben annemin karnındayken babamla itiş kakışlı bir kavga etmişler, babam henüz benim varlığımı bilmiyormuş o sırada. Kulakları duymadığı için ne annemin, ne babaannemin uyarılarını anlamamış. Kavga şiddetlenince annem kendini merdivenlerin altında bulmuş. O yüzden özürlü doğmuşum. O yüzden annem beni istememiş. Annemi sorunca susuyor babaannem, o bordo berjer koltuğa gömülüp susuyor. Biliyor musunuz en iyi oynadığımız oyun sessizlik oyunu, “tıp”.

Babaannem beni indirmez hiç aşağıya. Kolay mı o kadar merdiven. Banyoya bile taşımaz beni. Odayı kaplayan kilimi kenara çeker, mavi plastik leğeni ortaya koyar, lifi sabunlayıp bir güzel yıkar beni, sonra da suyu ılıştıra ılıştıra başımdan aşağı döker. Tek söz etmeden giydirir, köşeme oturtur.

Hay Allah nasıl da merak ettim şimdi kimin geldiğini.

Bir keresinde saçlarımı tararken büfenin önündeki tabureye oturtmuştu da vitrinin aynasından bana bakan simsiyah saçlı mavi boncuk gözlü kıza bakakalmıştım. Daha önce neye benzediğimi hiç bilmiyordum. Babaannem kendini göreceksin de ne olacak demişti. Oysa ben kendimi değil, annemi merak ediyordum, çünkü babaannemi komşu teyzelerle fısır fısır konuşurken duymuştum. Meğer ben annemin bir kopyasıymışım. Yine beni uyuyor sandığı bir gündü, annemin ara sıra beni görmek istediğini ama babamın izin vermediğini söylemişti onlara. Beni anlamaz sanıyorlar ama ben babamın aslında annemi görmekten korktuğunu düşünüyorum. Oysa ben onu çok özlüyorum.

Merak ediyorum, seslenmek istiyorum, babaanne kim geldi diye ama ya kızarsa bana, ya kızar da küserse…

“Babaanneciğim, orada mısın, ne oldu, kim geldi?” dememe kalmadı, merdivenlerden çıkan simsiyah saçlı, mavi boncuk gözlü kadını gördüm.

Hiç şüphem yoktu, annemdi. Yüzünü göremeden, kokusunu duyamadan büyüdüğüm annem. Merdiveni sonuna kadar çıkıyor, çekingen adımlarla yanıma yaklaşıyor. Boncuk gözlerinin pınarlarında balonlar, ha patladı ha patlayacak. Babaannem peşinde.  Yüzüne endişe bulutları yerleşmiş, yüreğine huzur.  Buz kesiyorum. Dilim tutulmuş. Annem oturtulduğum divanın önüne çöküyor. Yarım bacaklarımdan başlayarak her yanımı milim milim öpüyor, kokluyor. Gözleri, gözlerime doğru çıkıyor, buluşuyoruz.  Buzlarım çözülüyor. Heyecan mıydı, özlem mi, merak mı, sevgi mi hissettiklerim, bilmiyorum. Bildiğim tek şey ona kızgın olmadığım. Ama o bunu bilmiyor. Onunla beraber ağlıyorum.

Babaannem caddeyi boylu boyunca görebildiği koltuğuna gömülüyor, sessiz gözyaşları dökerken babamın yolunu gözlüyor. Babam annemi görmesin diye. Ben annemi yine göreyim diye.

 

 

 

Bir başka kadın

2013 denemelerimden

Parmaklarını avucuna bırakılan bir parça kınaya bastırdı. Tırnakları önce yeşil sonra kızılımsı bir renk alacaktı. Kınan uğurlu olsun, dedi komşunun yeni gelinine. Otuzunu yeni geçmişti. Toprakla uğraşmaktan kuruyup çatlamış ellerine, yüzünün güneşten yıpranmış, kırışmış cansız tenine bakan onu rahatça ellisinde sanabilirdi. Bir zamanlar sevip de kaçarak, düğün dernekmiş, kınaymış göremeden evlenmişti.

Üç kız evladın anası, yedi kız kardeşin ortancası, anasının babasının hatırlamadığı, çilekeş ama bir o kadar da akıllı kadın…

İlkokul mezunu, hem okur hem yazar,  haa bir de türkü söyler, oynar.

Kızları eğlensinler diye kınada bırakıp, iki gözlü evine döndü. Sabah ezanında kalkmış, koyunları otlatmaya götürmüştü. Güneş ortalığı ısıtmadan tarlaya su vermiş, sonra da evdekilerin karnını doyurmuştu. Bugün kına var diye evin işleri aksamıştı ama olsundu.

Kocası bugün kasabada, geç gelecek…

Koynundan yaprakları aşınmış sırdaşını çıkarttı ve ruhundan kopan dizeleri inci gibi harflerle saman kağıdına ağır ağır aktarmaya başladı  bir bir.

Ne olur ne olmaz bir gözü hep kapıda…

Yazacaklarını bitirir bitirmez defterini büktü, koynuna sokuverdi. Namusuna halel gelecek diye saz çalıp söylemesine bile izin yokken şiir yazarken yakalanırsa, yanardı ki ne yanmak.
Akşama bir kap yemek koymak üzere mutfağa geçiyordu duvardaki yarısı kırık aynaya ilişiverdi gözü. Kocasının tıraş olurken kullandığı aynaya ulaşmak için ayak parmaklarının ucunda yükseldi. Her şeye rağmen içindeki umut ışığı sönmemiş bir çift gözle karşılaştı  aynada. Birden yüreği hop etti.

Nasıl olduysa içindeki kadın onu ele geçirmişti. Yemenisini çözdü, sarıya bakan parlak kumral saçlarını elinin  bir hareketiyle özgür bıraktı. Cebine uzandı, her gün kızların saçlarını taradığı tarakla şimdi kendi saçlarını taradı.

Yetmedi.

Heyecanlanmıştı.

Döşeğin altına bir yerlere sakladığı bir dudak boyası vardı. Kasabaya pazara indiklerinde yerde bulmuş, gizlice torbasına atmıştı. İşte şimdi tam sırasıydı. Aceleyle kiraz kırmızısı boyayı dudaklarına sürdü.

Sonra gülümsedi kocaman.

Aynadaki güzel kadın da gülümsedi.  Aynadaki kadını çok sevdi.

Kim bilir belki bu akşam o da severdi.

Omuzlarına dökülen dalgalı saçlarını savura savura mutfağa giderken dudaklarında keyifli bir türkü vardı.