38. Gün/Berna Durmaz geldi elime

Günaydın,

Biraz latifeyle başlasak… Berna Durmaz durmuyor da ben duruyor muyum. Durmuyorum tabii. Ne kadar yavaşlıyorum desem de ıııh. Yavaşlayınca vücut sızıları başlıyor. Kıpırda kıpırda durma diye konuşuyor eklemlerim. Kaslar yetişmekte zorlanıyor önce… Sonra haydi hep birlikte hareket. Ne demişler, işleyen demir pas tutmaz.

Sen de Yaz atölyelerim için öykü seçmek üzere her gün kitaplarımın arasında gezinirim. Ya konusu, ya türü, ya dili ya da yazarı ağır basar ve ayırırım bir kenara. Aylar önce Berna Durmaz’ın “Bir Hal var Sende ” adlı  öykü kitabından ” Ekmeğin Yanığı” adlı kısa  hikayesinin üzerinde çalıştığımızdan beri kendisine yer vermediğimi hatırladım ve bu kez yazı dostlarım için yine ayni kitabından “Zati’ nin yıldız gözleri” adlı hikayesini seçtim. Derken diğer kitapları masama akın ettiler. Bir Fasit Daire ( en sevdiklerimden) Metal Hayatlar, Karayel Üşümesi. Çoğunlukla karakterleri kadınlar ve çocukları, mekan olarak da ıssız bucaksız kasabaları kullanıyor yazarımız.Taş, kuş, yıldız, yılan hep var öykülerinde. Bakalım atölye katılımcılarımız nasıl bulacaklar verdiğim öyküyü. Biraz sert ne de olsa…

Evet, günümün çoğu kitaplarımın arasında geçti. Yazı atölyemizde sürpriz bir konuğumuz vardı. Uzun zamandır aramızda olamayan sevgili Figen kısacık yazılarıyla bizi kahkahalara boğuverdi.

38. Gün diğerlerinden pek farklı olmadan sona erdi. Tek fark akşam koca bir kase mısır patlatıp sonuna kadar bitirmemizdi.

Sağlıcakla kalınız.

BERNA DURMAZ KİMDİR?
1972’de Kırklareli’nde doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Öyküleri 1995’ten bu yana Kopuş, Adam Öykü, Notos ve Sözcükler dergilerinde yer aldı. İlk öykü kitabı Tepedeki Kadın 2011’de yayımlandı. Onu, Bir Hal Var Sende (2012) ve Bir Fasit Daire (2013) izledi. Bir Fasit Daire 2014 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer bulundu.

Reklam

27.Gün Masalları hatırlayalım

Günaydın,

Masallar diyerek başladım dün güne. Sevgili Judith Liberman ve sevgili Yeşim Cimcoz; hayatıma sihirli elleriyle dokunan iki dost.  ” Bir kapı kapanır, bir kapı açılır”  projeleri instagramda. Sadece on üç gün. Sabah sabah ikisinin sohbetini dinleyerek güne başlamak bana nasıl iyi geldi bilemezsiniz. Birden kendimi yıllar öncesinde “Yazı Evi’nde” Judith’i dinlerken buldum. “Trik trak trik trak trik trak trik trak…” Masalları böyle başlardı Judith’in. Unutur muyum. Hele bir de “keçi boku” masalı vardı ki…

Dün masalı dinledikten sonra bir de yazma alıştırması geldi. Cümle sarsıcıydı. Hemen yazamadım. Bir süre bekledikten sonra ancak kafamda uyananları dökebildim ama nereye ancak bilgisayarıma, zira bileğimdeki acılı durum uzun süredir devam ediyor ve telefondan uzun bir metin yazmam mümkün değil. Mailime yazdığım metni sözüm ona copy paste ile instagrama yerleştireceğim. Olmadı oysa bu konuda deneyimlerim vardı. Olamadı. Sonra bir gayret bileğini sararsın ve koyulursun yorumlara yeniden yazmaya. Acüllükten olmalı metnin ortasında enter tuşuna basarsın. Sonra düzenleyemez devam edersin. Okuyan anlamasa da olur ben yazdım ya der geçersin öteye.

 

Dün sevgili pazartesi yazı dostlarımızla birlikteydik yine. Diyalog öykülerdi konumuz. Leyla Erbil’in kafa karıştıran “Clinton Gadson” adlı öyküsünü örnek vermiştim. Öykü o kadar zorlayıcıydı ki… Deli bunu yazan dedirtti bir çoğumuza. Deli değildi sevgili yazarımız ama kim deli kim kime göre normal diye soran ustalardan biriydi. Çalıştık. Yazdık. Yeni yazma konusunu not ettik ve ayrıldık.

20200414_130214-1

Dün başladığım yeni kitabım, Han Kang’ın “Çocuk Geliyor” adlı romanı. Bu yıl “Vejetaryen” ile tanımıştım yazarı. Sarsıcı, deprem gibi bir konuydu. Duyumlarım bu romanının daha da çarpıcı olduğu yönünde. İlk 50 sayfayı yutarak okudum. Bakalım, göreceğiz.

Sevgiyle kalın.

19.gün …Yazı6

Günaydın diyeyim. Günümüz aydın olsun. Sabaha karşı beklenen yağmur geldi çok şükür!  Karanlık bir Urla sabahından dünün notlarıyla buradayım.

1 Nisandı ya dün hani şakalaşma günü; bütün gün yapılan yazılı ve sözlü şakalar şu mel’un virüs üzerineydi. Bir de !….. Neyse susayım. İnsan evde kalınca çenesi açılıyor. Ben de dünkü Sen de Yaz toplaşmamızda ilk 6 dk. sözcüğümüzü beklendiği gibi “Şaka” olarak belirledim. Başkası gelmedi aklıma. Yazdık arkadaşlarla şaka üzerine. Okuduk. İzin verirlerse daha sonra size de paylaşabilirim belki. Ekrandan dahi olsa alıştığımız şeyi yapmak birbirimizin yüzünü görebilmek, sesini duymak bile bir kazanç şu günlerde. Düşünün şimdi; (hoş gençler nereden bilecek) telefona santraller  aracılığıyla bağlandığımız zamanları. Alışveriş için bakkallar ve manavlardan başka bir olanağımız olmayan günleri. Durun haksızlık olmasın benim çocukluğumda M arabaları vardı. Haftanın belirli günlerinde mahallenin bir ucunda konuşlanır, kapılarını açar, satış yapardı. Sebze ve meyveler dışarıdaki kapağın üzerine dizilir, diğer ürünler içeride raflarda. Kasa da içerideydi tabii.Poşet mi… o da ne. Kese kağıdı ve ip filelere dolardı alışverişler.Şimdiki plastik ambalajlar yerine karton kutularda satılırdı meyveler. M. ve diğer alışveriş olanakları en alasından hizmetimizde şimdi. Hem de kılımızı kıpırdatmadan sanal sipariş sistemiyle. Gel gör ki sipariş verebilmek mümkün olsun. Efendim, teslim süresi 4 günden az değilse siparişimiz kabul görmüyor. Onlar da haklı da her saniye bilgisayar başında sipariş onaylatmak için beklemek de kolay olmuyor. Çok işimiz var ya evde! Mesela ben; (sanki her gün marketten alışveriş yapan biriymişim gibi, canım çikolata istedi hem de ay çekirdeği😜 ) 1km uzağımızdaki M. mağazasına  (yaş efendim yaş ) gidemediğim için tam beş gündür listem kayıtlı beklemedeydim. Tam ödeme sayfasına geliyordum, ekranda ” bölgenize 4 gün boyunca ulaşamayacağız, bu nedenle siparişinizi onaylamıyoruz” Neyse dün gece tam 00.02 de başardım. Teslim tarihi önümüzdeki pazar. Teşekkür ediyoruz yine de. Anlıyoruz durumu. Hizmet işi kolay değil. Reklam yaptın diyorsunuz. Yok canım, hiç işim olmaz.

M2

Bu sabah düne dair daha fazla bir şey yazasım yok, kısa keseceğim. Zira dünkü atölyede sevgili Zeynep Braggiotti’ nin “komşuluk” temalı öyküsüne yer açmak istiyorum. Şimdi koltuğunuza gömülün ve keyifle okumaya hazır olun.  Biz çok sevdik ve çok anlamlı bulduk. Keyiflendik. Nerede kaldı o  komşuluklar dedirtiyor insana. İzninle sevgili Zeynep…

Kapıyı çaldı. Bir demet gülü elinde değil de yüzünde taşıyan kadından bir limon istedi.Şimdi eve dönüyordu; elinde iki limon. 👌😍🌹🌹🌹👍

Hoş kalalım, sağlıkla!

 

 

 

Evde 16. gün

Günaydın dostlar,

Yazımın başlığı on altıncı gün olsa da benim evde on yedinci günüm. Şöyle ki; hep bir gün önce olan biteni, duygularımı, duyumları yazmaktayım.Çünkü sabah yazmak benim için neredeyse GÜNAYDIN demek. İstanbul’da  yaşarken edindiğim alışkanlık. Bir yandan “mutfakpenceremden” adlı yemek tarifleri paylaştığım sayfalara yazarken bir yandan da her sabah bir sözcük üzerine kronometre tutarak sadece altı dakika yazıyordum. İşte bu konu da çok derin. Bu altı dakika virüsü Yazı Evi günlerimde bulaştı bana.İyi ki de bulaşmış. Keşke her virüs böyle olsa… O gün bugün aklıma bir sözcük takılmaya görsün, hemen hesabını görmem gerekiyor. İki bin on altı yazında Urla’daki evimizin bir bölümünü atölye haline getirir getirmez bu virüsü çevremdekilere de hızla bulaştırdım.Ah bir bilseniz bu virüs nelere kadir… Konu uzun dedim ya…(Meraklısına uzun uzun anlatılır)

Geleyim 16. günde Urla Kuşçular 59 numarada neler yaşadığımıza. Meğer günlerden pazarmış. Pazar mı? Ben hangi günde kalmışım acaba?

Sabah rutinlerimize artık evde egzersiz de eklendi. Eşimle birlikte uygun bir müzik eşliğinde en fazla on beş dakika :)) süren kültür fizik hareketleriyle bedenimize saygı göstermeye çalışıyoruz. Şanslıyız; burada bir bahçemiz var ve ilçe merkezinden uzaktayız ve yasakları delip dışarı çıkabiliyoruz. (Eşim o zalim yaş sınırının üzerinde. Ben mi… Beni bırakın da üç beş gün daha genç hissedeyim kendimi.)

Sabah 11.00 sularında kızım Burcu’nun davetiyle on iki kadın ekranda buluştuk ve ” FARKINDAYIM”  sözcüğü üzerine kalemi defterden ayırmadan 6 dakika boyunca yazdık. Ne geldiyse…  Kalemi özgür bırakınca neler yazıyor, tahmin edemiyor insan. Sonra bazıları okuyarak paylaştı, bazıları hüzünlendi paylaşmak istemedi. Saygı duyduk.Haftaya yine buluşuruz belki.

Sonraki zaman diliminde kitaplarımla baş başaydım. Biraz ondan biraz diğerinden, hatırları kalmasın…. Ursula K.Leguın/ Mülksüzler. Bugünlere gönderme durumundan değil, sadece sırada olduğundan elimde. Neredeyse dört haftadır ilk yüz sayfada debelenmekteyim. Bu kadar çok isim olmasaymış hızlıca okurdum elbette ama gel gelelim şu isimler yok mu…Ama tek kitap değil ki okumakta olduğum. Toni Morrison’ dan Sevilen, her okuduğumda yeniden keyif aldığım Leyla Erbil’den Kalan( haftaya Martı Kitap Kulübü Urla’da konuşacağız, sizi de bekleriz. Moderatörümüz Zeynep Braggiotti her zaman  olduğu gibi) Ferit Edgü ustadan yine yeniden ve tekrar Yazmak Eylemi, bir arkadaşımın önerisiyle tanıştığım genç yazar Şermin Yaşar’dan Gelirken Ekmek Al( akıcı bir dil ve sürükleyen öyküler)  okuma köşemde. Sevilen akıyor, öyküleri tadına vara vara okuyorum. Yazmak Eylemi keyifli bir ders kitabı, her okuduğumda başka bir şey dikkatimi çekiyor. Bunlarla kalmıyor tabii okuma işi. Önceden yazı derslerimiz için seçmiş olduğum öyküleri yeniden okumak ve online olarak sürdürmeye çalıştığımız guruplara paylaşmak da bu süreç içinde.Sırada çok kitap var ama ilk gün de dediğim gibi …. günlerinde zaman daha az efendim.

ÇIN ÇIN ÇIN… Saat 15.30. Zoom başlıyor. Bu kez ailemizin kadınları ile buluşacaktık. Acele bir kazak değiştirirsin, boynuna bir eşarp, geç kaldım ya makyaj filan yok. Kardeşim ve kızları, ben ve kızlarım altı hatun toplaştık. Özlem giderildi desem yalan olur. O hala duruyor yerinde. Kardeşim ve ben aynı bahçedeyiz ama kızlar ve “Ama en az biz konuştuk, hep biz konuşalım, ben de herkesi özledim” diyen bir beş yaş ergeni Melisçik. İzmir İstanbul arası daha böyle çook buluşacağız gibi görünüyor.

Sonra yine okumak ve derken akşam oluverdi Yemeğimiz yoktu hazırda.Açtım buzdolabını geçtim karşısına.

Söyle bana kıymetlim sende ne var bu akşama?

Al sana koca bir kereviz ne yaparsan yap, birkaç sap da pırasa. 

Daha ne isterim ki; kerevizi büyüktü. Bir patates biraz da pırasa hepsini robotla incecik rendeledim. Tavama sadeyağ ve zeytinyağı koyduktan sonra bu sebze karışımını kaşıkla iyice yayarak börek gibi alt üst kızartarak pişirdim. Servisten önce üzerine kaşar rendeleyince yemek hazır oldu. Yanında pancar salatası ve öğlenden kalma çorba. Yetti de artmadı tabi.😜 Duydum efendim duydum fotoğraflarıyla paylaşırım bu yemeği. Belki mutfakpenceremden.com da vardır bile.

Günü İskoçya Kraliçesi Mary ile kapattık. Tarihin acımasızlığı uykumuzu kaçırmaya yetti.

Kalın sağlıcakla. Yarın buluşuruz.

28 Mart 2020/ Evde 14. günlükte 1.gün

Tam on dört gündür ha bugün ha yarın diyerek başlayamadım( adı lazım değil ona dair) günlük tutmaya… Bugün içimde birikenleri dökeyim hele, niyetim sonra kısa kısa her gün yazmak. Çok özel günlerden geçmekteyiz ya ; ya da günler bizim içimizden geçmekte. Aman tanrım bu ne hız!!!!! Hatırlayın, daha üç hafta önce ne diyorduk; zaman çok hızla akıp gidiyor, Urla’da yaşanacak çok şey var, hangi birine yetişeceğim bilemiyorum. Ne çok katılacak şey var… A aaaaa! Evet benim de bütün günlerim dolu, dı dıdı dıdı dı….  Biraz detay mı vereyim. Kendimden gelsin, isteyen eklesin.

Pazartesi:  Bizim Bahçe Yoga Merkezi’nde  “Sen de Yaz ” Esasen yaklaşık üç saatimi alır ama öncesi var, evde günlük işler yapılacak, işe gider gibi giyinilecek, belki hafif makyaj, ders için kırtasiyeden çıktılar alınacak. Kitabevine uğranacak. Dersin sonuna sıcacık bir sohbet eklenecek ve eve döndüğümde artık akşam hazırlığı zamanıdır. Pazartesi ne de kısadır. Sendrom mu… o bende yok.

 

Salı: Salı genelde sallanır. Ben de … En boş gün. Bütün plan dışı işlerin günü. Anlatıp baymayayım. Yok canım plan dışı olur mu hiç… Silvia Arsebük’ün Urla atölyelerine ayrılmıştır salılar ve perşembeler. Boş tutarım onları. Eğer atölye günüyse  sabahtan gelir sevgili arkadaşım ve birlikte hazırlanırız. O çalışmasına geçer ben konuklarını doyurmak için mutfağa…. Ne güzel akar zaman Silvia’nın atölyelerinde bilseniz. Renkler ve arketipler uçuşur gün sonunda AtölyeKuşçular59’da… Boş gün demiştim değil mi…Neredeyse unutuyordum. İki haftada bir de Rüzgargülü Kitabevi’nde akşamüzeri iki saatlik bir okuma kulübümüz var. Bu yıl “İnsanlığın Mahrem Tarihi adlı kitabı okuyorduk, konuşuyorduk. okuyoruz belki ama konuşamıyoruz  çünkü evde kalıyoruz.

Çarşamba: Evdeyim. Sabahtan bir koşuşturma var. Her hafta saat on birde birlikte yazdığımız arkadaşlar gelir. Ev atölyemde bu saatlerde ” Sen de yaz var. Eksik olmasınlar simitti poğaçaydı ne var ne yok getiriler ama yine de glutensiz bir şeyler hazırlamalıyım. Yazmak hele de topluca yazmak bir masa başında insanı acıktırıyor. Atıştırmalık bir şeyler olmalı muhakkak. Çay ve kahve her daim. İki haftada bir de Martı Kitap Kulübü’nün  Urla ayağına ev sahipliği yapıyoruz. Moderatörümüz sevgili Zeynep Braggiotti. Çarşambaları sevmek için bir neden daha…

Perşembe: Salının aynısı diyelim. Ama yanlış anlaşılmasın her salı her perşembe konuklar yok atölyemde. Nadir de olsa şehir merkezine doğru uzanabiliyoruz eşimle. Dostlarla bir araya gelmek için de uygun bir gündür… Tabii ki boş zamanların çoğu atölyeler için çalışmak, okumak konu hazırlamakla doludur. ZEVKLİ zamanlar.Severim perşembeleri; eskiden de severdim. İzin günümdü!

Cuma: Haftanın belki en güzel günü Urla’ya göçeli.Sabahtan akşama Atölye Kırmızı’dayım Seramik günümüz.Ye, iç, çamurla oyna. Bir de bakmışsın akşam olmuş.Cuma akşamları biraz sosyalleşelim. Ya yan komşuda( kendisi kardeşim olur) yemekte buluşalım ya da bir km ötedeki arkadaşımızda. O da olmadı ….bir şey buluruz elbet.

Cumartesi, pazar: Özgürlük. O nedir ki… Bahçe işleri bizi bekler… Sonra alışveriş var. Buralarda yaşayalı değişen bir alışveriş olayımız var. Temiz gıdanın peşinde koşmak var. İki hatada bir “BİTOT” var. ( Ona ayrıca yer vereceğim) Şimdi sesinizi duyar gibiyim; her yer bostan her yer sebze meyve oralarda. Size öyle geliyor efendim. Bu konu çooook uzun…. İyisi mi uzatmayayım. Hafta sonu, hafta içine hazırlıkla geçer çoğu zaman.

İşte böyle, 11 Mart 2020 Çarşamba gününe kadar hayat bu minval akıyordu.

Ya şimdi? Yavaşlayacağız diyor bazıları. Sizce de öyle mi?   Bol bol okuyacak,yazamadıklarımızı yazacak, hazır evdeyiz  diye el atmadığımız dolaplara el atacak, denemediğimiz yemek tariflerini deneyecek, bıdı bıdı bıdı bıdıııı …. Onları da yapacağız elbet ama önce zaman bulalım. Haberleri dinlemesek de akıllı telefon var, ınstagram var, watsup var… Skype eskidi şimdi Zoom var. Çok cahilim; yeni duydum bir de Houseparty varmış. Takip ettiğimiz yazar çizer sanatçı dostlarımızın canlı yayınları var. Sanal alışveriş var. Temizliğe aşırı dikkat var. ( Uzun konu geçelim onu da) Kendi adıma konuşayım, eşimle tavla oynamak ve en yararlısı sabah sporunu evde birlikte yapmaya alışmak var. Tam bugün sadece okuyacağım deyip kanepede yerime yerleşirken gelen haberlerle kalkıp ekran başına oturmak var. Orada neler olduğunu bir başka yazıya bırakayım ve bugün sanalda neler olacak onunla ilgileneyim.

Hatırladım , Saat 14.00 de Instagramda Zehirsiz Sofralar takip edilecekmiş…

Kalın sağlıcakla.

Bugün fotoğraf eklemeye yetişemedim. Bir dahaki sefere artık.

 

ESKİ

2014 arşivden
Eski olduğu her halinden belli oluyordu üzerindeki paltonun. Ne rengi renk ne kumaşı kumaş. Oldukça yıpranmış,solmuş. Bir zamanlar kırmızıymış. Bunu ancak cep kenarlarından ya da yukarıya kaldırdığı yakasının altından görebiliyordum.
Metroda ben oturuyordum,o karşımda ayakta duruyordu. Başı dimdik, paltosunun eskiliğiyle ters orantılı parlak kırmızı bir çanta vardı elinde. Elimde olmadan gözlerim ayaklarına kayıyor. Pantalonunun altında çorapsız ayaklarını, ayaklarında derisi soyulmuş yıllar öncenin modası bir çift spor ayakkabı görüyorum. Çıplak ayaklarını gördüğümü fark etmemesi için başımı kaldırıp yüzüne bakamıyorum. O hala elindeki son moda pırıl pırıl çantayı sımsıkı tutuyor. Gücünü, duruşunu sanki o çantaya borçlu. Birden eski paltolu kadının hayat öyküsüne girmiş, merakla onu okumaya çalışır buldum kendimi. Onlarca kurgu geldi zihnime.Yüzüm çantasının rengini aldı.
Eski bir paltoya bakarken ben altı dakika geçti ve ineceğim istasyon kaçtı.

KARANLIK

 

 

Işıl Ertunç  2018

 Odaları gezdi tek tek… Güzel bir anı bulmaktı isteği. Dolaplarda, duvarlarda, resim çerçevelerinde. Sonra mutfak kapısının arkasında çengele asılı mutfak önlüğünü hatırladı. Önlüğün etek uçlarında pikniğe gitmiş mutlu bir aile işliydi. Hiç tanımadığı annesi işlemiş.

Taksi kapıda bekliyordu.  Çocuğu kucakladı. İçi giysilerle dolu çantaları aldı. Kapıyı çekti.

Şehirde akşam oluyordu.

Karanlıkla ilk kez garaja girerken karşılaştı. İyi, dedi içinden, tam sürpriz olacak. Son model cipin pırıl pırıl kaportasını okşadı. Bu akşam, Çiğdem uyuduktan sonra şöyle romantik bir müzik, en iyisinden bir şişe kırmızı, bir de anahtarı eline verdim mi… Tamamdır. Buzlar çözülür. Hem şu son günlerde diline doladığı ‘gitmek’ de neyin nesi…

Zili çaldı. Bir daha, bir daha. Sonra seslendi Hülya! Hülya! Kapı açılmadı. İnce bir sızı saplandı kalbine. Telaşla cebinden çıkarttığı anahtarı kilidin içinde çevirdi. Kapı açıldı, sonra kapandı. ‘Donk’… Kapının kapandığı duyuldu. Evdense tek bir ses gelmedi. Ev karanlıktı.

Anahtarlarını etajerin üzerine bıraktı. Elektrik düğmesine bastı. Asma tavana gömülü ampuller ışıl, ışıl aydınlattı kocaman girişi. Ev hâlâ karanlıktı. Seslendi önce, sonra odaları dolaştı, sonra banyoya,  sonra mutfağa girdi. Ocak soğuk ve boştu. Buzdolabını açtı. Dünden kalan yağı donmuş tavuk budu bön bön sırıttı yüzüne. Yarım kutu yoğurt bir de pörsük marulla bakıştı bir süre.

Elini cebine attı, Hülya’nın ekran fotoğrafına dokundu bir daha, bir daha.

Telefonu yerde parçalara ayrılırken “Bu numara kullanılmamaktadır” diye cevapladı, diğer uçtaki metalik kadın sesi.

Boş evde boş salona girdi boş masanın başına çöktü.

Gitmek mi… Hayır, hayır! Yerinden fırladı. Yeni bir iz aradı odalarda. İzmarit dolu tablalar, yıkanmamış çamaşırlar, özensizce katlanmış gömlekler, eşleşmemiş çoraplar, orta yere bırakılmış mücevherler. Hep bir ağızdan alay ettiler bu halinle. Uzun zamandır kulaklarını tıkadığı şeyleri kaktılar kafasına;

 “Seni artık sevmiyorum” Demişti. “boşanalım tatlılıkla” demişti. Ya sen, sen ne demiştin. “ben seni seviyorum ya bu yetmez mi” demiştin. Yeni bir araba, sadece ona ait, kalbini yumuşatır sanmıştın. Ciddiye almamıştın onu. Ana baba sevgisi görmemiş, akraba ellerinde büyümüş, sevgiye aç, kanadı kırık bir güvercindi o senin omzuna düştüğünde. Sevdin, sevginle şımarttın, öylesi şımarttın ki daldan dala konan bir çalıkuşuna çevirdin onu. Çalıkuşları sadakat nedir bilmez. Çalıkuşları kafeste durmaz, bilemedin, sen onu. Ona verdiğin bunca şeyin bir gün gelip yetemeyeceğini bilemedin. Üç beş mücevher, şık giysiler, son model araba. Satın almaya çalıştın sen onun bu evdeki varlığını. Parmağına taktığın o pırlantalı kelepçenin işe yaramadığını görmek istemedin. Yeni hamileydi; ayrılmak istediğini dillendirdiğinde. Yapamıyorum deyip yatağını ayırdığında hamilelik sendromudur demişti doktor, sabır, demişti. Sabrettin. Sen onu sevdin o bebeğini. Kördün aşkından. Aranızda büyüyen uçurumu hiç göremedin.

Damarlarında akan kan  hızlandı. Yatak odasındaki karmaşayı bıraktı, kızının odasına koşarken, minicik bir umudu büyüttü içinde. Küçük pembe boyalı dolabı açtı. Boşluğun çarptığı tokat çok sertti.  Yatağın içinde unutulmuş bir oyuncak bebek kahkahalarla güldü yüzüne. “Şaşkın,şaşkın…Neden şaşırdın? Sana demişti, kızımı da alıp giderim demişti. Yapamaz sandın. Yanıldın, yanıldın.

Gözleri karardı. Başı dönüyordu. Güçlükle kendini banyoya attı. Soğuk suyla kendine gelmeye çalıştı. Öfkesi, korkuya, korkusu, öfkeye, sonra hepsi kıskançlığa dönüştü birden. Kıskançlık, şüphe, şüphe, öfke… Evet, bir başkası, kesin bir başkası vardı. Banyonun dört yanını kaplayan aynalar bir ağızdan konuşarak üzerine geldiler. Ne sandınEvvelki geceyi hatırlasana; aynı yatakta yatmıyor diye tartıştınız. Seni sevmiyorum, yapamıyorum beni zorlama dedi. Avukatımla görüşüyorum dedi. Gidersen çocuğu sana bırakmam dedin. Ya o ne dedi, hatırla, hatırla bakalım! Kimin çocuğunu kimden alıyorsun demedi mi? Dalga geçtin yine umarsızca, ah sen ne kadar küçümsedin onu… Sarhoşsun sen, ne dediğini bilmiyorsun” dedin. Salonun ortasında sevişmeye zorladın. Bir tecavüzcü gibi girdin bacaklarının arasına son noktayı koyan sen oldun. Hıçkırıklarını zorbaca öperek susturdun. Safsın, safsın, safsın.

Avukatım, avukatım demişti. Acele etmeliydi. Onu bulmalıydı. Buldu. Çekmecelerin birinde unutulmuş… Unutulmuş muydu?

Üzerinde cübbesi yanında Hülya, diğer yanında Çiğdem. Gözler yalan söylemedi, bir de yanaktaki o derin gamze. Kimden geldiği bilinemeyen.

Nefes alamıyordu. Elini kalbine götürdü.

Şehirde sabah oluyordu.

Ev karanlıktı…