En Büyük Babalar

İlknur Güneylioğlu

Uzun, yeşil, kadife perdenin arkasındayım. Sırtım, pencereye dayalı. Ahşap çerçeveden sızan rüzgâr, boynuma saçlarımdan yollar çiziyor. Evler yapıyor, bahçeli. Çeşmeleri, hortumlardan incecik akıtıyor. Ağaçlar dikiyor. Sokak kedileri bırakıyor birkaç çiçeğin yanına. Karıncalar diziyor toprağa. Çocukları oynatıyor gölgede. Çocuklar, evler yapıyor çamurdan. Bahçesiz. Çeşmesiz. Ağaçsız, kedisiz, karıncasız. Çamurdan çocuklar yapıyorlar. Kahverengi, gri, taşlı, cıvık. Katılaşıyor çamurdan çocuklar, kurudukça. Kararıyorlar. Anneleri sesleniyor kurumuş, kararmış çocuklara: “Haydi, yemek hazır!” Gelemezler, yürüyemezler, kırılırlar, parçalanırlar.

Perdenin arkasından, geniş salona hiç çıkmıyorum. Çıkamıyorum. İşim çok. Ben de kucağımda, kendi canımdan yeni yeni babalar yaratıyorum. Bakıyorum, olmuşlar mı? Henüz değil. Biraz vakit var. Yere bırakıyorum onları. Ayağımla duvar dibine itiyorum. Soğuk vursun ki çabuk olsunlar. Birbirlerine çarpıyor bazıları. Kimisi kenara çekiliveriyor. Geriniyor, etrafa bakınıyorlar. İçlerinden bir tanesi yukarı kaldırıyor başını. Yaratıcısını arıyor. Beni görür görmez öyle bir küçümseme ve boş vermişlikle buruşturuyor ki yüzünü, kendimden şüphe ediyorum. Çirkin bir kız mıyım, aptal mıyım, işe yaramaz mıyım, fazlalık mıyım? Baba, taşyüreklinin teki! Öfke duyuyorum. Beni aşağıladığı için ondan nefret ediyorum. Yarattığımı tanımaz, bilmez miyim?

Birden omzuma atlıyor, oradan da boynuma tırmanıyor. Hareketli oyuncak askerler gibi yakışıklı, dinç, atik. Kumandası buralardadır. Kıpırdanıyorum, ağır perde havalanıyor, ama yok, hiçbir yerde kumanda yok. Baba kontrolden çıktı!

Çamurdan çocuklara bağırıyor.

“Anneniz sizi sofraya çağırmadı mı!”

Çocuklar utanıyor.

“Ne ahmak çocuklarsınız siz, ben yokken annenizi üzmeyin demedim mi!”

Çocuklar ürküyor.

“Size harçlık yok, size yeni ayakkabı yok, size gezmek yok, size sevgi yok, size sarılmak yok, sizi dinlemek yok, size hiçbir şey yok! Her şey başkalarının çocuklarına var, çünkü onlar akıllı, onlar terbiyeli, onlar iyi evlatlar!”

Çocuklar telaşlanıyor.

Fark ediyorum, babalarım kıpır kıpır. Artık, iyice olmuşlar. Bana en çok yakışan giysilerim üzerimde. Mis kokuyorum, makyajım hazır. Karşılarına oturup, dikkatle dinliyorum anlattıklarını, anlatamadıklarını. Yemekler hazırlıyorum. Onları çok sevmem için nedenler arıyorum. Annem gibi, onlara dayanabilmek için kendime yalanlar uyduruyorum. Beni çok seveceklerine inanmak istiyorum. Beni hep kucaklayacaklar, kollayacaklar, alnımdan öpecekler biliyorum.

Saçlarımın arasındaki baba iyice yükseltiyor sesini. Tüm mahalleye duyuluyor.

“Kaldırın kıçınızı, eve gidiyoruz!”

Çamurdan çocuklar gidemez. Kaskatılar. Bacakları, kolları hareket edemez. Tükürükler saçıyor baba. Çocukların bedenlerine yapışıyor ıslaklıklar. Kurumuş çamur yeniden sulanıyor. Eriyor çocuklar. Bahçenin toprağına karışıyor.

Çevremdeki babalar, seslerden olsa gerek, birden huysuzlaşmaya başlıyor. Her şey planlarımın tersine dönüyor. Kokumu, makyajımı, yemeklerimi beğenmiyorlar. Beni sokağa salmıyorlar. Kitap okumama kızıyorlar. Beni konuşturmuyorlar. Başka kadın istiyorlar. Üstüme yürüyorlar. Bacaklarımın arasına giriyorlar. Yüzüme tokat patlatıyorlar. Beni dövüyorlar, bıçaklıyorlar, silahlarıyla vuruyorlar.

Babalarımı, daha büyük babalara şikâyet ediyorum. En büyük babalar, “Haksızsın, uysal değilsin!” diyor, duvarlar dikiyor, kapıları kapatıp, zincire vuruyor beni.

En büyük babalara soruyorum.

“Sizi kim yarattı?”

“İnsanoğlu,” diyorlar.

“Bu küçük babaları da ben yarattım,” diyorum.

“Hayır, onları da aynı insanoğlu yarattı,” diyorlar.

“Bu oyunu oynamak istemiyorum!” diye bağırıyorum.

“Ben, artık, çamurdan çocuk değilim, zekâm, sağduyum, aklım ve sezgim ile yaşam deneyimlerimin içinde bilge bir kadınım! Erimem, parçalanmam, un ufak olmam! Yeni yeni babalar aramayacağım, koruyup kollanma ihtiyacı duymayacağım! Varım, var olacağım! Perdelerin arkasından dışarı, sokağa çıkacağım!”

Kumandasız baba, omzuma geri zıplayıveriyor. Oradan da diğer babaların yanına.

Tüm babaları kutuya kaldırma vakti. Kutunun kapağını bir daha açmamak üzere sımsıkı kapatıyorum. Aşağılamaları, azarları, dayakları, tecavüzleri, , bıçakları, silahları hapsediyorum.

Annem konuşuyor, salonda hazırladığı masanın yanından: “Çağırsana, artık, çocukları! Ne yapıyorsun bir saattir o perdenin arkasında? Anneanneleri çok özledi onları, ama evde durdukları yok.”

Pencereyi açıp, “Haydi, yemek hazır!” diye sesleniyorum, bahçedeki kızlarıma. Çiçekleri suladıkları hortumu fırlatıp, koşuyorlar eve. Su akıyor. Hep akıyor su. Özgür, berrak, ışıl ışıl…

İlknur Güneylioğlu

Reklam

Biblo

Işıl Ertunç

17.12.2014

Babam, zavallı babam,  gün boyu şehrin arka sokaklarında belediyenin turuncu kamyonunun arkasına asılıp çöp varillerini boşaltan, akşamları yorgunluktan omuzları çökmüş yuva bildiği eve dönen, kulaklarını askerden döndüğünde iki tramvaya kurban vermiş, kulakları dünyanın seslerine kapalı babam. Babaannemin dediğine göre alışmış artık o bu sessiz dünyaya.

Babaannem pek huzursuz bugün nedense. Caddeyi boylu boyunca görebildiği koltuğunda bile eğreti oturuyor. Sözüm ona örgüsünü örüyor ama gözü hep dışarıda. Birden telaşla merdivenlerden aşağıya inip kapıyı açtığını duyuyorum ama her gün olduğu gibi babamla beraber yukarı çıktıklarını duymuyorum. Guguklu saat biraz önce sadece dört kez öttü. Zaten babam bu saatte gelmez ki. Birisi geldiyse neden yukarı çıkmıyorlar? Aşağı katta sadece mutfak var… Öyle oturacak bir yer yok ki. Merak ettim, kim geldi acaba? Babaannem neden yukarı çıkmadı hâlâ?

Sur içinde yaşarız biz. Babaannemin nohut oda bakla sofa evceğizinde. Babamın başka gidecek yeri yoktur akşamları. İşi bittiğinde doğru eve gelir. Babaannemin pişirdiği iki kap yemeği birlikte yeriz. Babaannem cumbanın önündeki bir zamanlar bordo olduğunu sandığım berjer koltuğunda, babamsa kıvrıldığı divanın üzerinde uyuyakalır. Bense oturduğum yerden onları seyrederim. Babaannemin büfesindeki minik renkli likör şişelerinin arasında duran nadide bir biblo gibi oturduğum yerden hiç kıpırdamam. Kıpırdayamam çünkü. Zaten kıpırdamak da istemem. Yürüyemiyorum ben. Babaannem olmasa ben işte o biblodan farksızım. O yedirir, o içirir, o temizler beni. Kıpırdayamayacağımı bildiği halde ikide bir “Yerinden kıpırdamak yok, ses çıkarmadan usul usul otur, söz dinle” diye tembihler ikide birde. Yürüyemediğim için babam bana çok kızgın. Benimle tek kelime konuşmuyor. Oysa duymuyor diye ben ona hiç kızmıyorum. Ne ilk agucuklarımı, ne ilk sözcüklerimi, ne oturduğum yerde mırıldandığım şarkılarımı duymadığı için ne ona ne de ne görebildiğim ne sesini duyabildiğim anneme kızmıyorum. Ama annem, o hiç tanımadığım kadın çok ama çok kızmış olmalı ki, beni kendinden yoksun bırakmış. Bacaklarım eksik doğunca babamdan hırsını alamayıp terk etmiş onu. Babaannem ara sıra babamın duymadığını unutur, ya da duymamasına aldırmadan kafasındakileri bir bir sıralar, sayar döker. Anlarım ki babamın annemi çok üzmüş olduğunu. Esas, anasız kalmamın sebebinin babam olduğunu. Babaannem komşu teyzelere anlatırken öğrenmiştim ben gerçeği. Meğer ben annemin karnındayken babamla itiş kakışlı bir kavga etmişler, babam henüz benim varlığımı bilmiyormuş o sırada. Kulakları duymadığı için ne annemin, ne babaannemin uyarılarını anlamamış. Kavga şiddetlenince annem kendini merdivenlerin altında bulmuş. O yüzden özürlü doğmuşum. O yüzden annem beni istememiş. Annemi sorunca susuyor babaannem, o bordo berjer koltuğa gömülüp susuyor. Biliyor musunuz en iyi oynadığımız oyun sessizlik oyunu, “tıp”.

Babaannem beni indirmez hiç aşağıya. Kolay mı o kadar merdiven. Banyoya bile taşımaz beni. Odayı kaplayan kilimi kenara çeker, mavi plastik leğeni ortaya koyar, lifi sabunlayıp bir güzel yıkar beni, sonra da suyu ılıştıra ılıştıra başımdan aşağı döker. Tek söz etmeden giydirir, köşeme oturtur.

Hay Allah nasıl da merak ettim şimdi kimin geldiğini.

Bir keresinde saçlarımı tararken büfenin önündeki tabureye oturtmuştu da vitrinin aynasından bana bakan simsiyah saçlı mavi boncuk gözlü kıza bakakalmıştım. Daha önce neye benzediğimi hiç bilmiyordum. Babaannem kendini göreceksin de ne olacak demişti. Oysa ben kendimi değil, annemi merak ediyordum, çünkü babaannemi komşu teyzelerle fısır fısır konuşurken duymuştum. Meğer ben annemin bir kopyasıymışım. Yine beni uyuyor sandığı bir gündü, annemin ara sıra beni görmek istediğini ama babamın izin vermediğini söylemişti onlara. Beni anlamaz sanıyorlar ama ben babamın aslında annemi görmekten korktuğunu düşünüyorum. Oysa ben onu çok özlüyorum.

Merak ediyorum, seslenmek istiyorum, babaanne kim geldi diye ama ya kızarsa bana, ya kızar da küserse…

“Babaanneciğim, orada mısın, ne oldu, kim geldi?” dememe kalmadı, merdivenlerden çıkan simsiyah saçlı, mavi boncuk gözlü kadını gördüm.

Hiç şüphem yoktu, annemdi. Yüzünü göremeden, kokusunu duyamadan büyüdüğüm annem. Merdiveni sonuna kadar çıkıyor, çekingen adımlarla yanıma yaklaşıyor. Boncuk gözlerinin pınarlarında balonlar, ha patladı ha patlayacak. Babaannem peşinde.  Yüzüne endişe bulutları yerleşmiş, yüreğine huzur.  Buz kesiyorum. Dilim tutulmuş. Annem oturtulduğum divanın önüne çöküyor. Yarım bacaklarımdan başlayarak her yanımı milim milim öpüyor, kokluyor. Gözleri, gözlerime doğru çıkıyor, buluşuyoruz.  Buzlarım çözülüyor. Heyecan mıydı, özlem mi, merak mı, sevgi mi hissettiklerim, bilmiyorum. Bildiğim tek şey ona kızgın olmadığım. Ama o bunu bilmiyor. Onunla beraber ağlıyorum.

Babaannem caddeyi boylu boyunca görebildiği koltuğuna gömülüyor, sessiz gözyaşları dökerken babamın yolunu gözlüyor. Babam annemi görmesin diye. Ben annemi yine göreyim diye.

 

 

 

Arnavut Kaldırımlı Sokak

IŞIL ERTUNÇ/ OCAK 2015

 Üç kelimeden yola çıkılan kısa yazı denemesi

 Arnavut kaldırımlı daracık sokak beyaz badanalı evlerin arasından kıvrıla kıvrıla sahile iniyordu. Yokuşun tepesinden bakıldığında ilk görülen sokağın renkleriydi. Beyaz fonu süsleyen morla mavi her tonundan ahşap panjurlar, mor salkımlar, kırmızı küpe çiçekleri, pembe sardunyalar,  yer yer evciklerin kıyısında can bulmuş beyaz papatyalar. Sokak henüz uyanmamış. Rengârenk paspasların üzerinde sere serpe yatan uyuşuk kedilere tatlı bir mayıs sabahının ılık güneşi vuruyor.

Çok değil az sonra güneş sokağı da kedicikleri ısıtmaya, uyanın demeye başlayacak. Kediler umursamasa da, sokağın insanları birer birer uyanacak. Önce panjurlar açılacak, sonra tüller çekilecek. Pencerelerden başlar uzanacak. Evlerin arasından görünen gökyüzünden hava yoklanacak. Derken sokağı kızarmış ekmek kokusu sarmaya başlayacak. Beyaz badanalı evlerin insanları kahvaltı sofralarında buluşacak.

Nihayet kapılar açılacak, çalışanlar işe çocuklar okula uğurlanacak. Miskin kediler ges ges gerinecek,  rahatlarını bozmayacaklar. Ancak kimini yumuşak bir tekme kimini sevgi dolu bir kucaklayış kaldıracak yerinden. Yolcu edilen, deniz aşırı gidiyorsa eğer, ardından dökülen bir maşrapa sudan nasibini alacak kimisi de.

Evlerden çıkanların ayak sesleri köşeyi dönünce küçük çocuklarla kadınlar hakim olacak sokağa

-Komşular huuuu ! Sabah kahvesi bende bugün, diye seslenecek Fatma, parmaklıklarının arasını yelken beziyle kapattığı balkonundan. Bir bebek ağlayacak çişli yatağında. Kediler “miyavvv” diye cevap verecek.

İşte o saatlerde iki yanında beyaz badanalı evlerin bulunduğu o sokağa mis gibi kahve kokusu yayılacak. Cezvelerin biri kalkacak, biri oturacak. Sokağın kadınları ev işine gömülmeden önceki kaçamak saatlerini baş başa geçirecek. Yemeklerden çok önce dedikodu kazanı kaynayacak.

-Huuu, komşular ! Salıyorum cezveyi ona göre.

-Gülteeen, kahveye Fatma’ya gidiyoruz. Selma’ya da seslen, hadi.

-Selmaaa, Fatma kahveye bekliyormuş, Ayten Abla’ya ses ediversene.

-Ayten Ablacığım, sabah kahvesi Fatma’daymış bugün, bir zahmet Neriman Teyze’yi de alıver gelirken.

Arnavut kaldırımlı daracık sokağın kadınları bir bir kapılarından çıktılar. Geldiler, Fatma’nın parmaklıklarının arasını yelken beziyle kapattığı şirin balkonuna yerleştiler. Bakır cezvede pişti kahve kimi sade kimi şekerli. Melâmin tepsi üzerinde porselen fincanlar, hepsi allı güllü desenli.

-Yeni taşınanları gördünüz mü? Gurbetçiymişler diyorlar.

-Ben sadece kadını gördüm, karnı burnundaydı, bir iki kadın daha girip çıkıyordu eve taşınırlarken. Hepsini de başları örtülüydü.  Bir sürü de çocuk.

-Yardıma gelmiş eş dosttur herhalde.

-Ben de gördüm ama daha hatırlarını soramadım. Pek sıkılgan birilerine benziyorlar.

-Ben görmedim ama bizim Hatice görmüş, onun da dediğine göre pek kalabalıklarmış.

-Sahi mi, neyin nesi kimin fesiymişler acaba?

-Alamancıymış bunlar, kesin dönüş yapmışlar.

-Aslen Rizelilermiş diye duydum.

-Kimden duydun kız?

-Bakkal Arif’den canım. Evden gelen giden çocukları sayamadım daha diyor.

– Bu kadar çocuk yapmış, daha gebe miymiş kadın, tövbe tövbeee…

-Moderen memleketten geliyorlar da kontrol neyin bilmezler mi bunlar. Ben bile gelinden biliyorum; çeşit çeşit usulü varmış bu işin artık.

-Vah vah! Kadıncağız pek gencecik, ne zaman yapmış bu kadar çocuğu?

-Bunlar böyledir ablacığım, oğlanı bulana kadar zar atarlar. Rastlarsa ne alâ, rastlamazsa Muallâ.

-Ondan sonra da karıları genç yaşta hastalıklı olur üst üste doğurmaktan.

-Adam ne iş yapar nasıl geçindirir ki bunları…

-Niye dönmüşler acaba… Şimdi bunlar memleketlerine de gitmez mesken tutarlar buraları.

-İyice bir tanımalı.

-Çocukları tembihlemeli de biz iyice bir tanıyana kadar arkadaşlık kurmasınlar bari.

-Bırakın Allah aşkına şunları, tasası bize mi düştü?

-Evet, evet. Hanımlar fincanlara işaret koymayı unutmayın. Sonra fallar birbirine karışıyor.

-Çok komiksin kız Gülten.

-Öyle deme Selma, geçen hafta sen yoktun, benim fincanla Neriman Teyze’ninki karışıvermişti işte.

-Nasıl bildiniz ayol…

-Fallardan bildik canım, fallardan.

-Bir yaşıma daha girdim kız.

-Öyle değil mi Neriman Teyzeciğim, sana falda koca çıkmadı mıydı geçen hafta.

-Sorma Selmacığım, aynen. Bu yaşımda. Üzerime iyilik sağlık. Cevdet Bey Amcan duymasın yavrum. Ben hani azıcık yol görünüyor mu diye kapattıydım fincanı. Şöyle kaplıcalara doğru…

-Yaaa, işte benim fincanda çıktı o kaplıcalar. Şöyle sıcak suları olan havuzlu mavuzlu bir yerlere gidecekmişim.

-İyi madem, kollayın fincanlarınızı.

-Fatma, hadi yavrum başla istersen fallara da öğle okunmadan evimize dönelim.

-Tamam, Ayten Ablacığım. Sahi ayrılmadan bir gün ayarlayalım da şu yeni gelenlere hoş geldine gidelim. Ne de olsa yüz yüze bakacağız değil mi?

Allı, güllü porselen fincanlar açıldı, içlerindeki gizli âlem ortaya saçıldı.

Fatma’nın parmaklıklarının arasını yelken beziyle kapattığı balkonu bir anda boşaldı. Beyaz badanalı renkli panjurlu evlerin kapıları bir açıldı, bir kapandı.

Henüz kimse sokağa yeni taşınan Güllü’nün üç karı üstüne kuma geldiğini, karnındaki oğlan olmazsa üzerine bir tane daha geleceğini bilmiyordu.

Güneş Arnavut kaldırımlı sokağın tam tepesine geldi oturdu. Kediler gölge arar oldu.

Az sonra pencerelerden bezler silkelenecek, kapı önlerine kovayla sular dökülecek, kedilere pısst denecek, saksılar sulanacak. Tereyağlı ekmekler okuldan dönen çocukları bekleyecek. Beyaz badanalı evlerde beş çayı demlenecek. Televizyonlar açılacak. Dizilere bakılacak.

Git gide, gölgeler büyüyecek, Arnavut kaldırımlı sokağa köfte, kızartma, musakka, sarma kokuları hakim olacak. Bu daracık, kıvrıla kıvrıla sahile inen sokaktan geçenler hangi yemek hangi evde pişti bilemeyecek. Gökyüzü pembeden mora dönerken, pencerelerin tülleri örtülecek. Işıklar açılacak. Sofralar kurulacak. Çalışanlar kapıda karşılanacak. Çocuklar gelenlere terlik uzatacak. Kediler paspaslardaki yerlerini alacak.

Beyaz badanalı evler ve aralarından kıvrıla kıvrıla sahile inen Arnavut kaldırımlı daracık sokak günün ilk ışıklarına dek uykuya yatacak .  Sokaktaki hayatların üzerini beyaz incilerle süslü lacivert bir yorgan örtecek.