
Dalmış olmalıydı. Etrafında kimse kalmadığını fark ettiğinde saat çoktan beşi geçmişti. İçine kıvrıldığı taş kovuktan çıkarken müzenin kapanmamış olmasını diliyordu. Koşarak üst galeriden aşağıya doğru inmeye başladı.
Loş ve alçak tavanlı rampadan hızlı hızlı inmek hiç kolay değildi. Kıvrıla kıvrıla inen yokuşta başını tavana çarpmamak için iyice eğilmesi gerekiyordu. Bir yandan da duvardaki çıkış levhalarını takip ediyordu. Karşısına gelen ilk çıkışın kapalı olduğunu görünce diğerine, sonra sırayla diğerlerine… Görebildiği bütün kapıları yoklarken fazla telaşa gerek olmadığını düşünüyordu safça. Ayasofya Müzesi’nde üç yüzden fazla kapı olduğunu okumuştu ya, elbet birinden çıkacaktı. Az sonra bacakları oradan oraya bilinçsizce koşturmasına isyan ettiler. Kendini umutsuzca yere bırakırken kapıların ona geçit vermeyeceğini kabul etmişti. Birilerine haber vermeliydi. Elini cebine daldırdı, telefonunu buldu. İstanbul’da tanıdığı tek arkadaşının numarasını tuşladı, karşı taraf cevap vermeden ekran karardı. İşte şimdi tam manasıyla kapana kısılmıştı. Yüreğinde bir kuş hızlı hızlı kanat çırpıyordu. Boğazı düğümlendi. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Sırtından soğuk terler akıyordu. Umutsuzca çöktüğü yerden kalktı, bir süre oradan oraya koşuşturduktan sonra sakinleşmek için durdu, derin bir soluk aldı. Sırt çantasından matarasını çıkarttı, kurumuş boğazını ıslatacak kadar suyu vardı neyse ki. Sabaha kadar ne yapacağını düşünürken heyecanı artık korkuya dönüşmüştü.

Tarihi yapılara olan merakının peşine düşüp gelmişti İstanbul’a. Daha ilk günden maceranın içindeydi. Ayasofya’nın loş ve gizemli duvarları arasında, her köşeden onu izler gibi bakan yüzler ve bin bir hurafeyle bir gece geçirmek… Bunu aklına bile getiremezdi.
Yüksek tavanları ve mermer zeminiyle zaten serin olan müze, akşam olup da ziyaretçiler gidince iyice soğumuştu. Titriyordu. Kazağını üzerine geçirdi ama yeterli değildi. Isınmak için muhakkak hareket etmesi gerekiyordu. Biraz evvel içine dalmış olduğu kitapta yazılanların çoğunun uydurma söylentiler olduğunu düşünerek biraz olsun rahatlamaya çalıştı. Üşümemek için kaldığı yerden müzeyi dolaşmaya karar verdi. Efsaneye göre müzede dileklerin kabul olduğu bir direk vardı. Terleyen direkti bu. Kimine göre de ağlayan.

Buraya geleceğini bilen annesi yola çıkarken dileklerini yazıp eline tutuşturmuştu. Oysa şimdi ilk dileği bir an evvel buradan çıkmaktı. Direği buldu. Üzerindeki el boşluğunu andıran deliğe elini uzatır uzatmaz geri çekti.Derinden, ta yerin dibinden gelen bir hıçkırık sesi duyar gibi olmuştu. Direkten uzaklaşıyor ses kesiliyor, yaklaşınca yeniden başlıyordu. Adeta içerde hapsolmuş bir kadının hıçkırıklarının sesiydi bu ses. Kalbi duracak kadar hızlandı.Ardına bakmadan koşarak uzaklaştı direkten.
Hava iyice kararmıştı. Dışardan yansıyan ışıklar direklerin arasından geçip onunla saklambaç oynuyor gibiydiler. Kubbenin dört bir yanındaki melek resimleri de bu oyuna dahil oluyorlar, bir kayboluyor bir görünüyorlardı. Şimdi kendi ayak seslerine başkalarını da eklendiğini duyar gibiydi. Geri dönüp bakıyor, sadece Ayasofya’nın meşhur kedilerinin karanlıkta parlayan gözleriyle karşılaşıyordu. Fakat kendisini takip eden biri olduğuna emindi. Çok yorulmuştu. Ne olacaksa olsundu. İsteksizce soğuk zemine çöktü. Ayak sesleri yaklaşıyor, pek de hoş olmayan bir koku da beraberinde geliyordu. Kocaman bir el omuzuna dokundu. Artık korkunun ecele faydası yoktu, başını çevirdi ve orta yaşlı, saçı sakalı birbirine karışmış, sırtında eskilikten yer yer delinmiş bir örtü, elinde küçük bir çıkın iri yarı bir adamın meraklı ama sıcak gözleriyle karşılaştı.
Az sonra endişelerinden eser kalmamıştı. Adam belli ki bu mabedi uzun zamandır kendine korunak bellemişti. Birlikte yürürlerken adamdan öyle hikayeler dinledi ki onlarca kitap okusa bu kadar şey öğrenemezdi. Bunca yıldır merak ettiği Ayasofya’yı gece karanlığında, yerin altındaki geçitlerden çıkagelen bir evsizin rehberliğinde gezdiğini anlattığında ona inanan olacak mıydı…

Dinlenmek üzere bir kenara oturdular. Derken, dışarıdan çok yüksek bir müzik sesi duyuldu. Müziğin yanı sıra Davudi bir ses bir şeyler anlatıyordu. Merakla pencerelere doğru koştu. Vitraylı camları koruyan demir parmaklıklara tutunarak dışarıya bakmaya çalıştı. Sultanahmet Camii ile Ayasofya arasındaki sıraları dolduran insanlar muhteşem bir ses ve ışık gösterisine tanık olmaktaydı. Döndü, bir gecelik arkadaşına baktı. Olan biteni umursamazca yerine kıvrılmış, köpek öldüreni kafaya dikmiş, ısınmaya çalışıyordu. Belli ki kanıksadığı bir şeydi bu. Oyuncuları olmayan sadece tanınmış tiyatrocuların sesleriyle sahneye konan bir tarihi eseri dinlemekteydiler. İnsanın tüylerini diken diken eden bu gösteri çok sürmedi ve izleyiciler yavaş yavaş yerlerinden kalkıp meydanı terk ettiler.
Yol arkadaşını dürtükledi ve tekrar yürümeye koyuldular. Adamın fenerinin cılız ışığında heybetli direklerin üzerinde yükselen o eşsiz kubbeyi izlediler. Tam kraliçe locasına gelmiş oradan mihraba doğru bakıyorlardı ki, derinlerden hafif ama huzur verici bir müzik sesi duyulmaya başladı. Yavaş yavaş yükselen müzikle birlikte kandiller ortalığı yumuşak bir ışıkla aydınlattılar Şimdi müzenin görkemi iyice ortadaydı.
Şaşkınlık ve korkudan ne yapacağını bilemez haldeydi. Bu kadarı da yeter artık diye düşünürken, mermer sütunların arkasından çıkan beyaz örtülere sarınmış bedenler, kimi kadın kimi erkek, ellerinde mumlar, ağır adımlarla ilerleyerek alt galeriyi doldurdular. Bir anda hepsi yüzlerini mihraba döndüler. Ortalığa hoş bir tütsü kokusu yayıldı. Aşağıdakiler müziğin ritmine uygun bir şekilde sallanarak ilahiler söylemeye başladılar. Müzik, zaman ve dinler arasındaki bir yolculuğa eşlik ediyor gibiydi. Bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor, mistik ezgiler eşsiz mabedin kubbelerinde yankılanıyordu.
Arkadaşı hiç şaşırmamıştı. Yanındaki mermer sütuna yapışmış, büyülenmişcesine sergilenmekte olan ayini izliyordu. Korkma bizi göremezler, bu gördüğün bedenler yüzyıllar boyu burada ibadet haklarından yoksun bırakılmış toplulukların insanlarıdır. Zaman zaman burada topluca ayin yaparlar. Şanslısın rast geldin, diye fısıldadı. Sonra devam etti, bu ayin sessiz bir isyandır. Az sonra beyaz giysili gölgeler geldikleri gibi yavaşça kaybolup gittiler. Parlak ışıklar ve müzik yerlerini yavaş yavaş karanlığa ve öncekinden daha derin bir sessizliğe terk ettiler. Artık sadece karanlıkta ava çıkan kedilerin miyavlamalarıyla bu kovalamacadan sağ kurtulmaya çalışan fareciklerin canhıraş çığlıkları duyulmaktaydı.
Güneşin ilk ışıkları Sultanahmet Parkı’nda geceleyen evsizleri uyandırmaya hazırlanırken kedinin biri bankta uyuyan bir gencin başının altına koymuş olduğu sırt çantasından yiyecek bir şeyler araklamaya çalışıyordu. Genç huzursuz uykusu arasında dönerken elinde sıkı sıkı tuttuğu kitabı yere düşürdü. Az sonra karnı doyan kedi “Ayasofya’nın Sırları” adlı kitabın üzerine kıvrılıp sabah uykusuna devam ederken bu kitabın yazarlarından birinin gelecekte “Ayasofya Konuştu” adını vereceği bir çocuk kitabı yazacağını ve kitapta ona da yer vereceğini bilmiyordu.
Işıl Ertunç 2011 İstanbul’u yazıyorum 1.Ayasofya ziyaretinden