Ayasofya 1 /2011

Dalmış olmalıydı. Etrafında  kimse kalmadığını fark ettiğinde saat çoktan beşi geçmişti. İçine kıvrıldığı taş kovuktan çıkarken müzenin kapanmamış olmasını diliyordu. Koşarak üst galeriden aşağıya doğru inmeye başladı.

Loş ve alçak tavanlı rampadan hızlı hızlı inmek hiç kolay değildi. Kıvrıla kıvrıla inen yokuşta başını tavana çarpmamak için iyice eğilmesi gerekiyordu. Bir yandan da duvardaki çıkış levhalarını takip ediyordu. Karşısına gelen ilk çıkışın kapalı olduğunu görünce diğerine, sonra sırayla diğerlerine… Görebildiği bütün kapıları yoklarken fazla telaşa gerek olmadığını düşünüyordu safça. Ayasofya Müzesi’nde üç yüzden fazla kapı olduğunu okumuştu ya, elbet birinden çıkacaktı.  Az sonra bacakları oradan oraya bilinçsizce koşturmasına isyan ettiler. Kendini umutsuzca yere bırakırken kapıların ona geçit vermeyeceğini kabul etmişti. Birilerine haber vermeliydi. Elini cebine daldırdı, telefonunu buldu. İstanbul’da tanıdığı tek arkadaşının numarasını tuşladı, karşı taraf cevap vermeden ekran karardı. İşte şimdi tam manasıyla kapana kısılmıştı. Yüreğinde bir kuş hızlı hızlı kanat çırpıyordu. Boğazı düğümlendi. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Sırtından soğuk terler akıyordu. Umutsuzca çöktüğü yerden kalktı, bir süre oradan oraya koşuşturduktan sonra sakinleşmek için durdu, derin bir soluk aldı. Sırt çantasından matarasını çıkarttı, kurumuş boğazını ıslatacak kadar suyu vardı neyse ki. Sabaha kadar ne yapacağını düşünürken heyecanı artık korkuya dönüşmüştü.

Tarihi yapılara olan merakının peşine düşüp gelmişti İstanbul’a.  Daha ilk günden maceranın içindeydi. Ayasofya’nın loş ve gizemli duvarları arasında, her köşeden onu izler gibi bakan yüzler ve bin bir hurafeyle bir gece geçirmek… Bunu aklına bile getiremezdi.

Yüksek tavanları ve mermer zeminiyle zaten serin olan müze,  akşam olup da ziyaretçiler gidince iyice soğumuştu. Titriyordu. Kazağını üzerine geçirdi ama yeterli değildi. Isınmak için muhakkak hareket etmesi gerekiyordu. Biraz evvel içine dalmış olduğu kitapta yazılanların çoğunun uydurma söylentiler olduğunu düşünerek biraz olsun rahatlamaya çalıştı. Üşümemek için kaldığı yerden müzeyi dolaşmaya karar verdi. Efsaneye göre müzede dileklerin kabul olduğu bir direk vardı. Terleyen direkti bu. Kimine göre de ağlayan.

Buraya geleceğini bilen annesi yola çıkarken dileklerini  yazıp eline tutuşturmuştu. Oysa şimdi ilk dileği bir an evvel buradan çıkmaktı. Direği buldu. Üzerindeki el boşluğunu andıran deliğe elini uzatır uzatmaz geri çekti.Derinden, ta yerin dibinden gelen bir hıçkırık sesi duyar gibi olmuştu. Direkten uzaklaşıyor ses kesiliyor, yaklaşınca yeniden başlıyordu. Adeta içerde hapsolmuş bir kadının hıçkırıklarının sesiydi bu ses. Kalbi duracak kadar hızlandı.Ardına bakmadan koşarak uzaklaştı direkten.

Hava iyice kararmıştı. Dışardan yansıyan ışıklar direklerin arasından geçip onunla saklambaç oynuyor gibiydiler. Kubbenin dört bir yanındaki melek resimleri de bu oyuna dahil oluyorlar, bir kayboluyor bir görünüyorlardı.  Şimdi  kendi ayak seslerine başkalarını da eklendiğini duyar gibiydi. Geri dönüp bakıyor, sadece Ayasofya’nın meşhur kedilerinin karanlıkta parlayan gözleriyle karşılaşıyordu. Fakat kendisini takip eden biri olduğuna emindi. Çok yorulmuştu. Ne olacaksa olsundu. İsteksizce soğuk zemine çöktü. Ayak sesleri yaklaşıyor, pek de hoş olmayan bir koku da beraberinde geliyordu. Kocaman bir el omuzuna dokundu.  Artık korkunun ecele faydası yoktu, başını çevirdi ve orta yaşlı, saçı sakalı birbirine karışmış, sırtında eskilikten yer yer delinmiş bir örtü, elinde küçük bir çıkın iri yarı bir adamın meraklı ama sıcak gözleriyle karşılaştı.

Az sonra endişelerinden eser kalmamıştı. Adam belli ki bu mabedi uzun zamandır kendine korunak bellemişti. Birlikte yürürlerken adamdan öyle hikayeler dinledi ki onlarca kitap okusa bu kadar şey öğrenemezdi. Bunca yıldır merak ettiği Ayasofya’yı gece karanlığında, yerin altındaki geçitlerden çıkagelen bir evsizin rehberliğinde gezdiğini anlattığında ona inanan olacak mıydı…

Dinlenmek üzere bir kenara oturdular. Derken, dışarıdan çok yüksek bir müzik sesi duyuldu. Müziğin yanı sıra Davudi bir ses bir şeyler anlatıyordu. Merakla pencerelere doğru koştu. Vitraylı camları koruyan demir parmaklıklara tutunarak dışarıya bakmaya çalıştı. Sultanahmet Camii ile Ayasofya arasındaki sıraları dolduran insanlar muhteşem bir ses ve ışık gösterisine tanık olmaktaydı. Döndü, bir gecelik arkadaşına baktı. Olan biteni umursamazca yerine kıvrılmış, köpek öldüreni kafaya dikmiş, ısınmaya çalışıyordu. Belli ki kanıksadığı bir şeydi bu. Oyuncuları olmayan sadece tanınmış tiyatrocuların sesleriyle sahneye konan bir tarihi eseri dinlemekteydiler. İnsanın tüylerini diken diken eden bu gösteri çok sürmedi ve izleyiciler yavaş yavaş yerlerinden kalkıp meydanı terk ettiler.

Yol arkadaşını dürtükledi ve tekrar yürümeye koyuldular. Adamın fenerinin cılız ışığında heybetli direklerin üzerinde yükselen o eşsiz kubbeyi izlediler. Tam kraliçe locasına gelmiş oradan mihraba doğru bakıyorlardı ki, derinlerden hafif ama huzur verici bir müzik sesi duyulmaya başladı. Yavaş yavaş yükselen müzikle birlikte kandiller ortalığı yumuşak bir ışıkla aydınlattılar Şimdi müzenin görkemi iyice ortadaydı.

Şaşkınlık ve korkudan ne yapacağını bilemez haldeydi. Bu kadarı da yeter artık diye düşünürken, mermer sütunların arkasından çıkan beyaz örtülere sarınmış bedenler, kimi kadın kimi erkek, ellerinde mumlar, ağır adımlarla ilerleyerek alt galeriyi doldurdular. Bir anda hepsi yüzlerini mihraba döndüler. Ortalığa hoş bir tütsü kokusu yayıldı. Aşağıdakiler müziğin ritmine uygun bir şekilde sallanarak ilahiler söylemeye başladılar. Müzik, zaman ve dinler arasındaki bir yolculuğa eşlik ediyor gibiydi. Bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor, mistik ezgiler eşsiz mabedin kubbelerinde yankılanıyordu. 

Arkadaşı hiç şaşırmamıştı. Yanındaki mermer sütuna yapışmış, büyülenmişcesine sergilenmekte olan ayini izliyordu.  Korkma bizi göremezler,  bu gördüğün bedenler yüzyıllar boyu burada ibadet haklarından yoksun bırakılmış toplulukların insanlarıdır. Zaman zaman burada topluca ayin yaparlar. Şanslısın rast geldin, diye fısıldadı. Sonra devam etti, bu ayin sessiz bir isyandır. Az sonra beyaz giysili gölgeler geldikleri gibi yavaşça kaybolup gittiler. Parlak ışıklar ve müzik yerlerini yavaş yavaş karanlığa ve öncekinden daha derin bir sessizliğe terk ettiler. Artık sadece karanlıkta ava çıkan kedilerin miyavlamalarıyla bu kovalamacadan sağ kurtulmaya çalışan fareciklerin canhıraş çığlıkları duyulmaktaydı.

Güneşin ilk ışıkları Sultanahmet Parkı’nda geceleyen evsizleri uyandırmaya hazırlanırken  kedinin biri bankta uyuyan bir gencin başının altına koymuş olduğu sırt çantasından yiyecek bir şeyler araklamaya çalışıyordu. Genç huzursuz uykusu arasında dönerken elinde sıkı sıkı tuttuğu kitabı yere düşürdü. Az sonra karnı doyan kedi “Ayasofya’nın Sırları” adlı kitabın üzerine kıvrılıp sabah uykusuna devam ederken bu kitabın yazarlarından birinin gelecekte “Ayasofya Konuştu” adını vereceği bir çocuk kitabı yazacağını ve kitapta ona da yer vereceğini bilmiyordu.

Işıl Ertunç 2011 İstanbul’u yazıyorum 1.Ayasofya ziyaretinden

Reklam

Bir akşam üzeri yine Kuzguncuk’ta güneş battı / 2011 İstanbul

Üsküdar İskelesi’nden kalkan geminin kaptanı  “Geliyorum çımacı hazır et halatı” dercesine bir düdük çaldı. Tüm Kuzguncuk duydu. O da. Epeydir kulağı kirişteydi zaten. Tahta basamakları isteksizce sildiği bezi kenara itti. Sabunlu merdivenlerden akarken ellerini önlüğüne sildi, sağına soluna bakmadan evden fırladı. Hızla sağa döndü; iki adımda köşedeydi. Sokağın merdivenlerini birer ikişer atlayarak inmeye başladı. Son basamağa geldiğinde nefes nefeseydi. Koşmaya devam etti. Hızını alamayınca Kuzguncuk Eczanesi’nden çıkan Ayşe Hanım teyzeyle çarpışıverdi.

Hay aksi… diye geçirirken içinden.

Teyzeciğim kusura bakma, vapura yetişecektim de. Yardım edeyim sana. Cümlesi döküldü dudaklarından. Dağılan ilaç paketlerini topladı. Yaşlı kadının koluna girdi, evine kadar ona eşlik etti.

Geç kalıyordu, hızlandı. Yeni açılan balık lokantasının önünden geçerken gözü camekândaki görüntüsüne takıldı. Hiç beğenmedi. Saçları dağılmış, koşarken üstü başı karışmış, bütün vücudu ter içinde kalmıştı. Usulca saçlarına şekil vermeye çalıştı. Çiçek desenli elbisesini elleriyle çekiştirerek düzeltti. Son görüntüsünden de pek hoşnut olmadıysa da artık yapacak bir şey yoktu. Yüzüne bir gülücük ekledi, yine büyük adımlarla yoluna devam etti. Tam trafik ışıklarına yaklaşmıştı ki sinagogdan çıkan kara cübbeli hahambaşıyla burun buruna geldi. Hahama nasıl selam vereceğini bilemedi. Bir adım geri çekilip başını öne eğdi. Yüz aşinası olan hahambaşı omuzuna dokundu. Ağzında bir şeyler geveleyip uzaklaştı. Kulağında anlamını anlayamadığı kelimeler, zihninde iskeleye yanaşmakta olan vapur, kendisini caddeye atıverdi. Bisikletli bir çocuğu ıskalayarak karşıya geçti. İsmet Baba’nın balıkçı dükkânının önüne yayılmış tok evin aç kedisi Tekir yolunu kesti. Dayanamadı. Eğildi kucağına aldı.  Amma da şişmanlamış bu, yoksa yakında mahallemizin tekir kedi nüfusu artacak mı? diye düşündü. Sevilmekten memnun iyice gevşeyen hayvanı ensesinden okşayıp yavaşça yere bıraktı.

İskeleye vardığında vapur dağılmaya başlamıştı bile. Gözleriyle arandı. Önce Eşref Amca’yla Osman Amca’yı gördü. Derken Mösyö Agop’u, kolunda Avrupalı yeni eşiyle. Şık giyimi, yüksek ökçeli ayakkabıları, başında şapkası yine göz kamaştırıyordu madam. Boşuna Avrupalı demiyorlardı ona. Saçları hep mizamplili, elleri bakımlı, ojeliydi.  Bir an kendininkilere baktı. Sakladı eteğinin kıvrımları arasına sonra.

Gözlerini ellerinden aldığında gördü onu…  İçi ılındı yine. Yorgun görünüyordu. Yaklaştı, elindeki paketlerin birini aldı. Diğerine de uzandı. O bırakmadı. Usulca eğilip yanağına bir öpücük kondurdu. Boş kalan elini avucuna aldı.

İskeleden birlikte çıktılar.

Yürüdüler evin yolunu ağır ağır.

-Hiç eve gidesim yok, hava da ne güzel azıcık dolaşsak mı?

Neden, bir şey mi oldu evde?

-Hiiiiç, öylesine işte.

Elini sıktı yanındaki. Bu, itiraz etmiyorum demekti.

Sağ kaldırıma geçtiler. Daha geçenlerde açılan kocaman tabelalı fırından mis gibi kokular geliyordu. Fırıncı üzerleri ay çekirdeği ile süslenmiş bagetleri vitrine dizmekteydi. Göz ucuyla bir o süslü vitrine bir de karşı kaldırımdaki yılların ekmek fırınına baktı. Salih amca kapının önündeki taburesine oturmuş, vitrinde sıcak somunlar akşam müşterilerini bekliyordu. Salih amca onları görünce hemen kalktı; en gevreğinden bir tane seçti. Anında bagetler unutuldu

Yürüdüler. Köşedeki Sitare Restoran’ın önündeki masalar şimdiden dolmuştu. Sitare ne güzel isimdi. Bir yıldızın adıymış. Ah, bir kez burada yemek yiyebilsek diye geçirdi içinden. Geçende İnci’ yi burada kalabalık bir gurupla beraber içki içerlerken görmüştü. Şarapmış içtikleri, hem de sıcak şarap, portakallı tarçınlıymış tadı. Öyle anlatmıştı arkadaşı.

Deniz Eczanesi’nin önünde durakladılar. Halim amcanın meşhur kedileri, burası eczane mi yoksa veteriner mi dedirtircesine yine vitrine yayılmışlardı. Ya şu kedilere yatak olmuş ilaç şişeleri ve enjektör kutularına ne demeli. Hepsi kendi aleminde. Yaşlı eczacı gözlüklerini burnunun üzerine indirip baktı onlara.  Başıyla oturduğu yerden selam verdi.

Bir sokak, bir sokak daha, yürüseler İcadiye’ de sokak da çok, selam verecek esnaf da. Hiç birine uğramadan Yanık Mektep Sokağı’nın köşesine geldiklerinde yıllardır köşeden ayrılmayan çiçekçi sepetinde son kalanları gazete kâğıdıyla sarmalayıp, benden bunlar diyerek eline tutuşturuverdi. Geveze manav Sadık Efendi’yi sonbaharın habercisi kestane ve kocayemiş sepetleriyle baş başa bırakıp yürümeye devam ettiler.

Artık eve dönsek; lüfer almıştım vapura binmeden, seversin sen. Geçerken bostana uğrayalım da ne kaldıysa yeşillik alalım.

Mangalı da yakar mıyız… Ya tahin helvası?

Alışverişi keyifle tamamladılar. Eve çıkan merdivenleri tırmanmaya başladılar. Merdiven uzun, yokuş dikti. Sağlı sollu sokaklarla bölünen bu merdivenli sokağa arkadaşı İnci’nin adını verilecekti sonradan. Ayakları onu evin ters yönündeki sokağa sürükledi yine. Yanındakini de mecburen. Az ileride solda sık sık vitrininin önünde durup seyre daldığı o dükkan vardı. Masal dükkanı gibiydi. Adı üzerindeydi. ”Evvel Zaman İçinde” Sahibesi Matmazel Rozita onları görünce gülümsedi, kapatıyorduk beyim ama bir isteğiniz varsa… Sanki yüzyıllar öncesinden bir prensesin giyip bıraktığı gelinliğe bir kez daha hayran hayran baktı.  İpekle dantelin aşkından oluşmuş volanlarını bir kez daha zihnine yerleştirdi.

Az sonra evin köşesindeki basamaklardaydılar. Yüreği hop ediyor, heyecanı korkusuna karışıyor, ağzı kuruyordu. Kesindi; şimdi ellerini beline dayamış kapıda bekliyor olmalıydı. Yine azarın büyüğü gelecekti.

Demeye kalmadı…

-Ah, ah! Ben bütün gün dikiş makinesinin başından kalkmayayım,  size daha iyi bir gelecek olsun diye çırpınayım.Ya sen! Sen ne yaptın… Merdivenleri bile silmeden, üstelik kovayı da devirerek çık git. Çabuk, çabuk ol, önce merdivenler sonra doğru mutfağa!

– “Hoş geldin” yok mu hanım?

–  Hoş geldin bey, hoş geldin de, vapur geleli nice oldu, neredesiniz siz Allasen? Oğlan da daha ortada yok, kim bilir nerede takıldı.

–  Haydi içeri girelim gelir şimdi. Balık aldık bak.

Tahta bezi basamaklarda bir ileri bir geri ağır ağır sürünürken Kuzguncuk’ta güneş yine usulca batmıştı.