4 Ocak 2016
Yemek yağın içinde gerçekten yüzüyordu. Evet ciddi söylüyorum. Patlıcanları yağın içinde aramak gerekiyordu. Ne zaman patlıcan musakkası yapacak olsam; heheheeee! Şimdi canınız çekti değil mi… Henüz patlıcan zamanı gelmediğini hatırlatayım. “Off benim gibi bir mutfak hastası bütün sözcüklere yemekle bir alâka kurabilir. “Ne diyordum efendim; patlıcan musakkası yaparken aklıma hep annemin bir zamanlar Üsküdar’da yaşamış olan yengesi ve onun yaptığı patlıcan musakkası gelir. Küçük bir çocuktum. Anneannem elimden tutmuş yengeye misafirliğe götürürdü. Ev minicikti, sofra deseniz o da öyle.İki basamakla inilen evin kapısı doğruca salon taklidi yapan minicik odaya sokardı insanı. Neredeyse masadan eve girdiğimi sanırdım. Dört kişilikti masa. Yine öyle bir gündü. O zamanlar henüz ortadan yeme alışkanlıklarından vazgeçilmemiş bir evdi bu ev.Birazdan tencere ortaya gelmişti. Herkes yağın içinde yüzmekte olan patlıcana kaşığını daldırmasıyla benim midem ağzımda. E ne yapayım canım o zaman küçüktüm. Tadı kaçtı bu yazının değil mi… Konu yağlı yemekten açılınca biraz da dayımın yemeklerinden söz etmeliyim. O da aileden görmüş besbelli. Özellikle zeytinyağlılar yağda yüzmese ona göre o yemek hiç lezzetli olmaz. Kaç aşçı değiştirdi bu yüzden ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Yahu insaf ; bu yaşta bu kadar yağlı yenir mi? Geçende kendisi mutfağa girmiş, bizi yemeğe çağırdı. “ Yok, yok! Artık az yağlı pişiriyorum, merak etmeyin, bıktım çenenizden” demişti telefonda. Sofraya ilk gelen az yağlı pişirdiğiyle övündüğü zeytinyağlı barbunyaydı. İnanın barbunyalar yağın içinde kolluk takmış yüzüyorlardı. Yaprak sarma ve enginarın da hiç farkı yoktu.Ama ne yalan söyleyeyim hepsi de çok lezzetliydi.