Sandal-Çeşme-Şarkı
Ocak/ 2015
Yok edilmiş bir geçmişin bahçe duvarında oturuyordular. Adam bir sigara yaktı. Kolunu kadının omuzuna attı.
-Babam yorgun gelirdi işten. Koşar elinden paketlerini alırdım, bak tam şurada sarmaşık gülleriyle örtülü demir bahçe kapısı vardı. Birlikte girerdik içeriye. Köşkün arkasını dolanır, kızartma kokusunu takip eder, müştemilata geçerdik.
-Her yaz kiralar mıydınız müştemilatı?
-Ben kendimi bildim bileli yazlarımız burada geçerdi. Köşkün sahipleri Murtaza Amca babamın patronun yakınıydı. Annemin astımına iyi geliyor, torunlarıyla da arkadaşlık ediyoruz diye bizden başka yazlıkçılara vermediler yıllarca. Hem Firuzan Hanım Teyze de annemi pek severdi.
-Sözünü kestim, kızartma kokusunda kalmıştık. Ya sonra…
-Senin karnın acıktı galiba.
-Eh, biraz.
– Annem sofrayı bahçeye kurmuş olurdu. Sarılırdı babama, sonra içeri koşar, buz gibi bir bardak zencefilli limonatayla geri gelirdi. Mavi beyaz kareli muşamba masa örtüsü serili masamızda annemin özene bezene hazırladığı yemekler hazır beklerdi. Annem elime bozukluları tutuşturur; hadi fırla ekmeği al gel, baban açtır, komutunu verirdi.
-Sen de ekmeği getirene kadar, topuzlarını yerdin, değil mi…
-Nerden bildin?
-Hala öyle yapıyorsun da…
-Alışkanlık canım. Bak, fırın şu karşı sokağın içinde, çeşmenin karşısındaydı. Sıcacık ekmeğin önce bir topuzunu, sonra dayanamaz, ikincisini de yer öyle gelirdim eve. Annem de babam da alışıktılar buna. Sadece babam; sıcak ekmek midene oturmasın evde de topuzları sana veririz oğlum merak etme derdi ama çocukluk işte, ben yine de ekmeği hep eksik getirirdim eve. Bak şimdi hepimiz eksik kaldık. Ne fırın, ne köşk ne müştemilat, ne sarmaşıklı kapı ne de babam var. Geride kalan, sadece susuz bir çeşme.
-Haklısın canım.
-Ya çamlar, asırlık çamların altında püfür püfür geçerdi sıcak yaz günleri. Hepsini kesmişler. Nasılsa şu öksüzü bırakmışlar bir başına… İyice küçüktük. Öğleden sonraları, herkes bir köşeye çekildiğinde Firuzan Hanım Teyze’nin torunlarıyla ağaçlara tırmanır, elimizdeki sopalarla kozalakları yere düşürür, sonra da fıstıklarını ayıklardık. Ellerimiz kapkara olurdu. Fıstıkları cebimize sokuşturur, kimseye yakalanmadan çeşmede ellerimizi yıkar gelirdik. Çocuk aklı işte; ceplerimize bulaşan karalar bizi ele verene kadar sürerdi yaramazlığımız..
– Firuzan Hanım’ın torunlarıyla sonradan hiç görüşmediniz mi? Yani, köşkün satılıp yerine apartman dikildiğini onlar bilirler değil mi?
-Bilmezler mi, bilirler tabii de, dağıldık biz de. Babamı kaybettikten sonra bir daha buraya gelmedik. Ben burs kazanıp Boston’a gelince haliyle uzaklaştım. Yazışıyorduk ama o yıllar üniversitelerde yine çatışmalar vardı, biliyorsun. Sanırım bunların adı bazı olaylar karışmış. İzlerini kaybettim. Annem de Firuzan Hanım Teyze öldükten sonra bir daha ne oğlundan ne gelininden haber alamamış. Sonra da biliyorsun işte on yıldır İstanbul’a ilk defa geliyoruz.
-Kim bilir… Belki de ortadan kaybolmayı onlar istemişlerdir.
-Belki. Çok değil be Laleciğim, sadece on yıl önce, köşk de yerindeydi, müştemilat da. Babam da. Babamı şuracıkta, tam da şu duvarın dibinde bulduk. Cehennem sıcağı bir akşamüstüydü. Henüz üniversite sınavının sonuçlarını öğrenmemiştik. Ali Amca’dan kiraladığımız sandalları yeni teslim etmiş, kovamızda o günün ganimeti istavritler eve dönüyorduk. Köşeyi döndüğümüzde etrafına toplanmış kalabalığı gördük.
Kalp kriziymiş.
Lale kocasının gözlerine doluşan yaşları fark edince konuyu değiştirmeye çalıştı.
-Sahi Murat, hani sen bir sandalcıdan bahseder dururdun bana. Sevdalı mıymış neymiş… Yoksa o mu, sandalcı Ali Amca dediğin?
-Evet canım, ta kendisi. Marmara’nın kirlenmeye başladığı yıllardı. Ali Amca kıyıdaki barınakta yatar kalkardı. Burada çoğunluk kiraladığı sandalla açılır, öyle denize girerdi. Biz de hem denize girer hem de balık tutardık. Biz buralardan ayrıldığımızda henüz ellisinde bile yoktu adamcağız ama aşk acısıyla çökmüş bir garibandı; bütün gün dilinde bir zamanlar sevdiği pavyon şarkıcısının şarkıları, sabahtan akşama kadar ufak ufak demlenirdi. Kimseye zararı dokunduğunu görmedik doğrusu. Bir yandan olta yapar, satar, bir yandan da elinde kalan iki, üç sandalı kiralar, ekmeğini kazanırdı. Hiç unutmam, babam da ilk oltamı ona hazırlatmıştı.
-Elinde kalan dediğine göre…
-Diyorum ya, onun hayatı da ayrı bir hikâye; anlattığına göre çok para akıtmış bir zamanlar bu şarkıcıya. Daha gencecik bir kızken görmüş bunu, tutulmuş. Pavyon dünyası bu, aşk meşk dinler mi… Balıkçı teknesini de, elinde avucunda ne varsa hepsini pavyonda harcamış bizimki. Babam pek sık sandalla çıktığından epey derdini dinlemiştir onun. Hatırladığıma göre babası her ne sebeptense, hapse girince düşmüş kız pavyona. Bir gün babasının onu kurtarmasını beklermiş. Bunun gibi bir şeyler anlatmış babama. Çok param olsa pavyonu kapatır kurtarırım onu derdi. Ama bildiğim kadarıyla sandalcılıktan pek para kazandığı da yoktu. Kazandığı üç beş kuruşu da gider o pavyona bırakır gelirdi.
-Muratçığım, artık kalksak mı, baksana gelen geçen bize bakıyor, çocuklar gibi şu duvarın üzerinde oturduk, kaldık. Hem ben gerçekten çok acıktım, üstelik şu sandalcıyı da çok merak ettim. Acaba halâ buralarda mı?
-Hadi gidelim, bakalım. Bulursak, seni de sandala bindiririm, ne dersin…
Genç adam iyice örselenmiş anılarına arkasını döndü, karısının elini sıkıca tuttu. Uzun yıllar ailesiyle yazlığa geldikleri Suadiye sahiline doğru yürüdüler.
Kıyıya geldiklerinde sandalcının yerinde birkaç derme çatma tahta masa ve sandalyeden oluşmuş küçücük bir balıkçı lokantasıyla karşılaştılar. Murat hayal kırıklığıyla içini çekti.
-Gördün mü bak, o da gitmiş işte. Ne sandal var ne sandalcı.
– Hadi gelmişken şurada bir şeyler yiyelim, belki sandalcıya ne olduğunu öğrenebiliriz.
Mavi plastik örtülü masalardan birine oturdular. Mutfak olarak kullanılan minik barakadan şarkı söyleyen bir kadının sesi geliyordu. Şarkının sözleri çok tanıdıktı. Murat heyecanla yerinden kalktı. Barakanın naylon kaplı penceresinden içeriye baktı; balıkları ayıklayan adam da, salataları yıkarken keyifle şarkı söyleyen kadın da yabancısı değildi.
Dönerlerken yine o bahçe duvarının önünden geçtiler. Murat gözlerini kapattı. Bir an için babasını duvarın üzerine oturmuş, dinlenirken gördü. Babası da mutluydu, Murat da.